Bizim milletçe öyle bir hastalığımız var ki, inanın toplumun hangi kesimine baksanız ilk gözünüze çarpan şey hep o olacaktır; “kolay pes etme hastalığı.” Aslında bu hastalığın bazı yan etkileri ya da başka bir anlatımla yakın arkadaşları var ki onlardan birine ben şu ismi koydum; “kolaya kaçma hastalığı.”
Bu hastalıklar adeta toplumumuzun büyük bir kesimini sarmış, sarmalamış. Bir virüs gibi, bir illet gibi yakamıza yapışmış ve bırakmıyor. Şöyle geniş çerçeveden bakınca kolay kolay bırakacağa da benzemiyor. “Neden bırakmasın, biz istersek her şeyi başarırız” diyen siz değil miydiniz diye soranlar olduğunu duyar gibiyim. Evet, aslında çok kolay sıyrılabiliriz bu hastalıklardan, lakin bizde ne bu istek var, ne de bu hastalıkların farkında olmak gibi bir duygu. Yani bizler aslında bu hastalıkların pençesinde kıvranıp kıvranmadığımızın bile farkında değiliz ki ondan kurtulalım, ya da kurtulmaya çalışalım. İnanın toplumumuzun büyük bir kesiminin bu hastalıklardan haberi bile yok. Onun gölgesine sığınarak, yani kolaya kaçarak yaşayıp gidiyor, mutlu ve mesut bir şekilde.
Bu hastalık öyle bir illet ki; mahalle arasında maç yapan çocukların ağzında da vardır, “ama sizin takım bizim takımdan daha güçlü”, okulda ki öğrencinin ağzında da vardır, “ben kalmadım, hoca bıraktı”, bir işyerinde çalışan personelin de ağzındadır, “patron bize gereken koşulları sağlamıyor”, ülkenin büyük kesiminin de ağzındadır, “ama ne yapalım, ülkenin şartları böyle.”
Evet, dostlarım, belki birçoğumuz gündelik hayatın koşturmacası içerisinde düşünme yetimizi bazen tam olarak kullanamıyor, bize dayatılan kurallara ayak uydurmaya çalışıyor ve toplumsal kaidelere göre yaşamaya çalışıyoruz. Aslında hepimizin az çok yaptığı bu. Ama hiç düşünüyor muyuz, bize dayatılan kurallar doğru olan şeyler mi, biz bize verilen reçetenin daha iyisini yapamaz mıyız, iyi olanı daha iyi hale getiremez miyiz, ya da bir şeyi doğru yapıyorken daha doğrusunu yaparak, ortaya güzel ve farklı bir buluş çıkaramaz mıyız?
Nasıl olacak bu işler kardeşim, öyle kolay mı, eğer kolaysa gel sen yap diyenlerin olacağını da düşünerek yazıyorum; evde her gün benzer metotlarla yemek yapan bir hanımefendinin bir akşam da yemeğe farklı tatlar katacak soslar kullanması, salatayı her zamankinden daha farklı ve çeşitli yapması, her zaman yaptığı kekin içine bu sefer limon kabuğu gibi, tarçın gibi farklı tatlar katması aslında benim anlatmak istediğim konuya basit bir örnek olarak gösterilebilir.
Ben elbette atomu parçalamaktan bahsetmiyorum ama eğer imkânı varsa ve daha önce denenip, başarılı da olunduysa; biz neden atomu daha fazla parçalamayalım? Neden dünya bilim literatürüne bizden de birileri girmesin, üniversitelerimiz dünya sıralamalarında daha yüksek sıralara, hatta ilk üçe neden girmesin? Neden bizim ülkemizden de uzaya kendi üretimimiz olan araçlarla seyahatler olmasın, neden kendi ürettiğimiz yüksek performanslı otomobillerimiz, kamyonlarımız, otobüslerimiz, uçaklarımız, elektronik alaetlerimiz olmasın?
Elbette devletimiz bu alanlarda yerli üretim yapabilmek adına çok güzel işler yapmaya çalışıyor, lakin bizler eğitimciler, ebeveynler, öğrenciler ya da sokaktaki vatandaşlar olarak bu işin neresindeyiz, kendi üzerimize düşen görevleri tam anlamıyla yerine getiriyor muyuz? Yoksa her gün akşama kadar kahvehanelerde, kafelerde, alışveriş merkezlerinde günümüzü harcıyor, ülkenin gelişimini uzaktan tiyatro izler gibi mi izliyoruz? Ya da halimizden şikayet edip, başkalarının bizim için bir şeyler yapıp yapmadığını mı eleştiriyoruz?
Hani bir söz vardır ya; “bana balık verme, balık tutmayı öğret.” İşte biz balıkları hazır almaktan, hatta pişmiş bir şekilde almaktan ne zaman vazgeçip, kendi balığımızı kendimiz tutmayı öğreneceğiz?
Bu ülke gelişecekse, bizlerin sırtında gelişecek, gelişmeyecekse de bizlerin tembelliği nedeniyle gelişmeyecek. Yani demem o ki; “her şeyi devletten beklememek gerekir” dostlar. Bizler de çalışmalı, çabalamalı, geleceğimiz adına, ülkemiz yararına işler yapmalıyız. Ülkemizin geleceğe emin adımlarla yürümesi ancak bizlerin, yani vatandaşların ülkemiz adına çok çalışması, daha çok çalışmasıyla gerçekleşecektir. Yattığımız yerde armut piş, ağzıma düş felsefesiyle ve ortaya çıkan başarısız sonuçları kendimizden başkasına yükleyerek, her konuda bahaneler öne sürerek ve yazımızın başlığında da belirttiğimiz üzere zorluklar karşısında kolayca pes ederek, bizden köy ya da kasaba olmayacağını da bilmemiz lazımdır.
Amacım sizleri karamsarlığa sürüklemek değil, şapkamızı önümüze koyarak daha iyi şeyleri düşünmeye sevk etmek ve 780.000 kilometre karelik göz bebeğimiz vatanımızı geleceğe güvenle hazırlayabilmek ve genç nesillerimize daha yaşanabilir bir ülke ve dünya bırakabilmek için çalışmak gayretini uyandırabilmektir. Sizleri sevgi ve saygıyla selamlıyor, esenlikler diliyorum.