GAYYA KUYUSU! (2)
Yazımızın devamı:
Ancak bu ifadeyi kullandığımızda, eleştirdiğimiz algıların mahkûmu olan kişi ve toplulukların “kıyas” mantığına dayalı olarak geliştirecekleri yargılar dâhilinde “ yobaz” ilân edilme durumumuz söz konusu olabilir.
Şunu samimiyetle belirtmek isterim ki “ bu yaklaşım hatalıdır”.
Çünkü toplumun mevcut algılarına indirgenmiş olan din ile Kur’an’ın dini arasında büyük farklar mevcuttur!
Meselâ, basit bir örnek verirsek eğer; Dini sadece cami içine indirgeyenleri gördüğünde, “ bakın bunlar dindar” diyenlerin var olduğu ülkemizde, din adına eylem üretenlerin bu çabaları, dinin ne dediği düşünülmeksizin “dine fatura edilecektir”.
Bu tipik insan algısıdır.
İçgüdüsel tepkilerin bütünü bu algı kapsamındadır diyebiliriz.
Çevremizdeki olaylara verdiğimiz tepkilerin bütünü “ algı” ile ilişkilidir.
Algı, toplumun üretip dayattığı bir durumdur.
Duyusal algıların basiretsizliği, bu noktada bir açılıma neden olmaktadır.
Çünkü yetersiz olan algının, toplumsal algılar ile donanması muhtemeldir.
Lâkin insan, kendisindeki eksik ve hataları tamamlamak adına, her türlü yanlışı dahi kabul edebilir. Yani “ ben nasılsa günahkârım” mantığı kapsamında, “ hacı amca mübarek adam” düşüncesine bağlı geliştirilen “ hacı amcayı kutsallaştırma” anlayışı bu basit algıyı üretir.
***
Bir diğer mühim mesele de, yitirilmesinden çekinilen olgulara dayalı olarak saldırma sapkınlığıdır.
Bu da özellikle toplumsal olarak sahip olduğumuz tehlikeli bir durumdur.
Bu hususta ileri bölümlerde ele alacağımız “ Ebuzerr” kıssası içinde, İmam Ali’nin ifade ettiği bir husus ile dikkat çekmek isterim.
“ Ey Ebuzer, onlar dünyalıkların, sen ise dinin yok olmasından korkuyorsun”!
***
Günümüzdeki en yakın hastalıklardan bahsetmek gerekirse; “Allah ile aldatma”, “ din elbisesini tersten giyenlerin kitlesel zulmü”, “ Atatürk ile aldatma” , küresel sistemin ışıltılı realiteleri ile aldatma” , “ siyasi ideolojiler ile aldatma” … vs.
***
Bu durum ancak şunu üretir;
Aldatanların gayesi sömürmek, aldananlarınki ise manevi tatminliğe ermektir.
Aldatan sömürü amacına ulaşır, aldanan ise hiçbir surette gayesine ulaşamaz.
Aldatanın ürettiği berbat baskı içersinde insan, sadece “ sıkıntı ve çözümsüzlük çukuruna” ( Gayya’ya) düşmekle yetinecektir.
Aldananların önüne yığılan avuntu tepeleri, onlara hibe edilen “ ahiret hayalleri” onları susturmaktadır. Din adına yapılan bu vahşi zulüm, asırlardır sürmektedir.
Örnek olarak şunu ifade edebiliriz:
Tekke ve zaviyeleri kapattı diye Mustafa Kemal Atatürk’e söylenmedik laf bırakmayan zihniyet, tekkeleri ilk olarak, “Kuşadalı İbrahim Halveti’nin (1774- 1845) “ zamanımızda ( fi zamanına) tekkelerde sulük ve irşat etvarı yok.” “ tekkeleri meyhane, kerhane ediyorlar”. “ sofilik taç ile aba oldu Hayfakim marifet heba oldu.” (kaynak; Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halveti, İstanbul 1982) diyerek kapattığını bilmekte midir?
Bu büyük düşünür ve yaşam insanı, tekkelere hapsolarak gündelik yaşamdan kopan ve meydanı İngiliz uşaklarına bırakan, inanırları sokaklara davet etmiş, esas dervişliğin bu biçimde olacağını ifade etmiştir.
Osmanlı bünyesinde yer edinen gerçek dini anlamış guruplar ile hilâfet makamının elde edilişiyle oluşan “ ruhban” odakları arasındaki çatışma, gündelik yaşamdaki siyasi entrikaların toplumsal manada özümsenmesi için büyük engel teşkil etmekte idi.
Allah tarafından yetkilendirildiği düşünülen halife nedeni ile hükümetten çıkan her türlü karar hiçbir surette tepki görmeksizin kabul görebiliyordu.
Birinci Dünya savaşı sonrası varılan nokta, “ borç batağına sürüklenmiş ve aynı zamanda kıtalar üstü bir hâkimiyeti temsil eden imparatorluğun” can çekişme sürecini gözler önüne sermektedir.
Bu sürecin mimarları ise “ Gayya Kuyusundan bizlere el sallayan” ezber perest, tabular üreten unsurların toplumdaki egemenliği ile açığa çıkan “ uyutulmuş halk kitleleridir.”
Bu durumun en güzel örneği; “ Uydurulan Din ve kur’an daki Din” adlı Kur’an araştırmaları grubuna ait kitabın içeriğinde yer alan bir bölümde bulacağız.
Devam edecek.