Huzurevi sakinlerinden Yaşar Amca, ağır bronşit hastasıydı. Nefes borusunda(trakea) ve akciğerindeki rahatsızlıklar nedeniyle sıkıntı çeken bir yaşlı. Kronik nefes darlığı problemi yaşıyordu. Sürekli tedavi görüyordu. Hastaneden yeni taburcu olup gelmişti. Geçmiş olsun ziyareti için odasına girdiğimde solunum cihazı, buhar makinesi, fısfıs ilaçlar, serumlar, sondalar, direnler, çeşitli haplar göze çarpıyordu. Sanki bir hastane odasını andırıyordu. Yatağa bağımlı bir hastanın cihazlarla yaşaması, hayata tutunması bu kadar zor olsa gerek, diye düşündüm.
Yaşar Amca, hastalığın verdiği bitkinlik ve yorgunluktan benzi solmuş, bakışları zayıflamıştı... Görüşürken bir cümleyi üç dört nefeste ancak tamamlayabiliyordu. Tek arzusu uzaklara gitmek... Çok uzaklara... Memleketinin sarp dağlarına, engin ovalarına, serin yaylalarına gitmek, soğuk sularından içmek, dolaşmak, hasret gidermek istiyordu.
Onun durumunu gördükten sonra her insan, Allah’ın verdiği sağlık nimetine şükür etmemesi mümkün değil… Kıymetini bilemediğimiz sağlık nimeti ve farkında olmadığımız binlerce nimetleri düşünerek odama dönmüştüm.
Odamda günlük işlerin yoğunluğu içersinde çalışırken bir anda Yaşar Amcayı karşımda buldum. Üzerindeki sondalar, serum hortumları, katader ve tıbbi cihazlarla ayakta zor duruyordu. Dağınık saçları, yarı öksürük ve pijamalarıyla karşımda kapıya tutunarak dikildi. Önce şaşırdım ve arkasında beraber geldiği birisi var mı? Diye bakındım. Tek başına asansörle inip, gelmişti! Hemen zile bastım! Yanına varıp kolundan tuttum. “Nasılsın?” diye sordum. Bana çok iyi olduğunu söylese de durumu pek iç açıcı görünmüyordu. Ayakta durma güçlüğü çektiğinden oturmasını söyledim. Ne istediğini sorduğumda?
“Oturmayacağım. Azrail gelecek! Beraber gideceğiz!..” Dedi.
Biraz durakladım, şaşırdım… Geçip giden bir ömür sermayesini, hayatın gerçeklerini, olaylar, insanlar ve ölüm gerçeği gözümün önüne bir sineme şeridi gibi geldi. O durumda hastalıkla mücadele eden, sıkıntılı ve stresli bir insanın hayata veda psikolojisi gibi geldi bana. Belli ki son anlarıydı. Kendisini teselli ettim. Tedavisinin sürdüğünü, hemşirelerin ilgilendiğini, iyi olacağını, birlikte uzun yıllar geçireceğimizi söyledim. Kendisini sevdiğimizi, moralini yüksek tutması gerektiğini anlattım. Ben anlattıkça O sanki başka şeyler söylemek ister gibi yutkunuyor ama telaffuz edemiyordu..
Kendi kendime de bu durumdaki hastalarda böyle durumların olabileceğini düşündüm. Hastalığın şiddetiyle böyle durumda gerçek ölüm öncesi sırların, perdelerin açılma vakası ya da hayal görüp gerçekmiş gibi inanabileceğini düşündüm… Kim bilir, belki de “son gürlüğü” son enerjisiyle müdür odasına kadar gelebilmişti.
Görevliler gelmişti. Yaşar Amca’yı düşürmeden yatağına götürmelerini söyledim. Görevli iki personel Yaşar Amca’nın koluna girerek götürürlerken yaşlı adam, bana bir şeyler söylemek ister gibi dönüp dönüp bakıyordu. Odasına geleceğimi söyledim. Arkasından bende ona baktım uzun uzun. Tam asansör kapısı önünde durdu, bana son defa baktı. Veda ediyor, diye gayri ihtiyari el sallayıp selamladım.
Ben tekrar günlük işlerin yoğunluğuna daldım. Gelen giden ziyaretçiler, konuşmalar, planlamalar… Sık sık gelen telefonlar her işyerinde olduğu gibi meşguliyetler devam ederken bir dostumdan telefon geldi. Yakınının rahatsızlığından ve hastalığın ciddiyetinden ölüm korkusundan, bu durumun kendisini endişelendirdiğinden bahsetti. Telefondaki üzgün gelen sesten etkilenmiş olmalıyım ki; hayatın gayesinden, hastalıkların hikmetlerinden, insanlara kazandırdıkları maddi ve manevi kazançlardan epeyce anlattım. “Her nefis ölümü tadıcıdır” Ayetini, ölümün hikmetini bilmemiz gerektiğini, hikmet ve rahmet cihetlerini hatırlattım.
Az önce de odamda görüştüğüm yaşlının durumundan bahsettim. Önemli olan insan, “Azrail gelecek gideceğiz!..” Diyerek merdane ölümün yüzüne gülebilmektir. Anlamında telefon konuşması, birazda karşı taraftaki muhatabın iştahla dinlemesinden uzadı…
Bu arada odamda esmer, uzun boylu, ciddi duruşlu bir kişi belirdi. Kapıdan ne zaman girdiğine dikkat edemedim. Kendisine kapıdaki görevli de refakat etmemişti!..
Karşı taraftaki dostumla konuşmamız, selamlaşmamız bitti, telefonu kapattım. Dönüp baktım, buyurun hoş geldiniz, ne istiyorsunuz? Derken…
Ben Azrail!
Hayata, hastalıklara, ölüme meydan okuyan, bol bol ahkâm kesen zavallı Muzaffer’in nasıl şaşırdığını, nasıl telaşlandığını kendimden başkası olup o anı seyretmeyi çok isterdim... Titrek bir sesle ve kekeleyerek bir şey sormayı düşünemedim..! O şaşkınlıkla: “Aradığın şahıs yukarıda!” Dil çabukluğu ile demek, geçti içimden….
Kendimi toparladım: Az..az.. Azrail mi? Diye zorla sorabildim. Karşımdaki uzun boylu, esmer şahıs sakin, saygılı, vakarlı ve istifini bozmadan:
Evet, Azrail Şahin! Dedikten sonra benim telaşlandığımı da fazla fark etmedi. Soyadını da söyleyince biraz rahatlar gibi oldum. Adını tereddütle telaffuz etmemi de espri yapıyor, zannetmiş olmalı. Sonra düğüm çözüldü ve rahatladım.
Yaşlımız Yaşar Kırmızı’nın hemşerisi ve arkadaşı olduğunu, az önce cep telefonla görüştüklerini söyledi. O’nu memlekete izine götürmek istediğini anlattı... Yaşar Amcayı odasına gönderirken iki adımda bir geri dönüp bakması izin almak isteğini iyi ifade edemediğindenmiş meğer!.
Azrail’in isminin sebebini sordum. O da, şarkta Azrail isminin yaygın olduğunu, kendi adının hikâyesini de anlattı. Memleketlerinde tanıdık birkaç kişide bulunduğunu söyledi. Yaşar Amca’nın ağır hasta olduğunu, tedavisinin devam ettiğini anlattım. Yine de görüşüp kalması yönünde ikna etmesini, rica ettim.
Kendi kendime insanoğlu Azrail, gelmişken bocalayıp şaşırdım. Ya Melek Azrail ansızın gelseydi ne yapardım, ne ederdim diye uzun uzun düşündüm… Adres sormayacağı kesin. Konuşma fırsatı zaten yok. Çoktan toprak olur, giderdik. Sizlere bu gerçek hikâyeyi anlatma fırsatım olmazdı… Arkadaşlarım “Azrail nasıl gelmişti? Nasıl şaşırmıştın!” diye tekrar tekrar anlattırmazlardı.