Mayıs ortasında ılık bir Pazar günü, kırk ikindi yağmurları serpiştirirken Afyon’un tarihi mekânlarını adımlıyorum. Mensuplarını ahirete uğurlamış mekânları zaman, bir hayli eskitmiş. Tarihi doku içinde eski yapıların yüzünde ihtiyarlık alametleri, izleri, kırışıklıkları olsa da hala zamana ve şartlara meydan okuyan heybetli, ihtişamlı ve muhkem duruşları var. Ulu Cami, İmaret Cami, Mevlevi Cami... Mimari yapısı, sanat harikası, tezyinat ve tefrişatlarıyla ecdat yadigârı mabetler olarak beş vakit dolup taşıyorlar.
Yukarı mahallelerde tenha sokaklarda, çiseleyen yağmur altında oyun oynayan çocuk sesleri, gelip giden gölgeler, pencerelere yansıyan ışıklar ve rüzgârın esintisiyle ağaçların ihtizazı hayatın renklerini ve şekillerini gösteriyordu. Cadde üzerinde sıralanmış eski Afyon evleri tarihiyle, kültürüyle, adet ve gelenekleriyle barındırdığı servet ve şöhret sahibi ikamet edenleri peyder pey kapı dışarı edip ebediyete uğurlamış...
“Evet, bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikati, elbette hayattan ziyade bir istediği var.” Anlayanlara. Eski mekânlar duruşuyla hayatın gayesi ve ölüm gerçeğini söylerken Yahya Kemale de kulak verelim: “Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.” Bir yolculuk ki “Gelen gider, giden gelmez.”
İkindi sonrası yürürken restore edilip boyanmış ahşap bir evin cumbalı penceresinin önünde feslikanlara bakarken gayri ihtiyari gelen klasik bir musikinin sözleri, “İstanbul’u sevmese gönül aşkı ne anlar” başka bir söyleyişi hatıra getirdi. Çam dağında yıldıza nazır sarayı bilmezse insan, Hakkı ne anlar. Bin ruhunu bir hakikate feda etmeyen, İlahi aşkı ne anlar. Düşsün de yere kırılsın o fani zamanlar. Hakikat deryasından huzuru nasıl anlar… Zihnim bu terennümleri düşünürken muhayyilem, huzurevinde yaşlı teyzenin çocukluk anısı süsleyen ahşap konağı ve o yaşlı kadının serencamını hatırladım…
İkindi vakti, ahir zamanı ve akşam vakti ölümü hatırlatırmış. “Ne dönüp duruyor havada kuşlar?/Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?/Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?/Neylersin ölüm herkesin başında.” Şiirin hissiyatıyla akşam vaktinin sükûneti ve garipliği ile telâhuk-u efkârım huzurevine ulaştı. Her şeyin sustuğu günün sonunda bir hüzün çöker huzurevine. Hayatla ölüm arasında müteessif kalplerin kendini simalara yansıtarak gösterdiği bir garip zamanın adıdır akşam.
Şairin, “ağlayıp nalân ederim tenha garip” ifade ettiği vuslat ümidinin düğümlendiği nokta. Hz. Yakub’u hüzünlendirip gözyaşlarıyla ağlatan ayrılığın, Hz. Yusuf’ (as) muhabbetini, mahrumiyetini andıran; sessiz, yalnız, tebessümsüz bakışlar, bekleyişlerin, durgun niyazların yakarışların mekânı olur, akşam vakti huzurevi, Kulbe-i ahzan olur, yani hazan evi, hüzünlü mekân…
Gecenin leylisinde gözden, gösterişten, riyadan arınmış dilekler, dualar, niyazlar, gizli yakarışlarla acizliğin gücü ve samimiyetin dili ile kırışık eller, gökyüzünün derinliklerine uzanır. Rabbine iltica eder, sığınır. “Ya baki, entel baki” Nidaları ile teslimiyetin zirvesine yükselir. O hüzünlü mekânlar inşirahla dolar nurlu, sürurlu insanların kaldığı huzurevi olur…
Güneş ışıklarıyla yeni bir gün, bir âlem, bir hayat başlar huzurevinde. Gecenin sırrı, süruru, rahmeti ve bereketiyle nur yüzlü, gülümseyen, neşeli yaşlıların sevinç dolu selamları, sohbetleri, muhabbetleri vardır ki dinlemeye değer…