Sonbahar aynası, perdeleri açıp gerçekleri yansıttı idraklere... Bahar, hülyalarımızı süslemiş, işvesiyle, cilvesiyle, rengiyle, coşkusuyla meftun etmişti deli gönlümüzü. Mecazi güzelliklerine büyülenip cezbesine kapılmıştık çılgınca... Baharın rengi, tadı, kokusu, güzellikleri ürpertilerle geçici hevesler serpiştirdi içimize. Güzelliklerin aslını, müjdelerini anlayamadık. Okuyamadık yeryüzü mektuplarını. Bir dane, bir lokma, bir noktada boğulduk. Nefsimiz, sabit zannettiği dünya aşkını, peşinde sürüklediği tûli emelleri bahar serkeşliği depreştirdi, pekiştirdi derinliklerimizde.
Açan çiçekleriyle tabiat, efsunladı ruhumuzu, rüya derinliklerinde gaflet kasvetleri sardı benliğimizi… Her şeyi bahara yorduk, bahardan gözledik, bahardan bekledik. Mevsimler içinde yücelttik boylu boyunca. Karadağ’dan geçerken vadiyi kaplayan çiçeklerin rüzgârda raksına bakıp şuurunu kaybeden zavallı meczup gibi “Boyacı neredesin?” istifhamları kapımızı çalmak üzereydi. Neyse ki sonbahar renkleri yetişti imdadımıza. Göçlerle, hüzünlerle, ölen kelebekler, dökülen yapraklar ve Eylül’e kadar gönül ufkumuzda selamsız gidenlerden kuru yaprak misal kalanlar… Güz mevsimi, hüzünlü elvedalarla eyvahların birlikte terennüm edildiği zaman çizgisi.
Baharın renkli, süslü, ihtişamlı güzellikleri duygusal gençliğimizi yaşattı. Fırtınalı delikanlı çağı gibi gücümüz, kuvvetimiz, adrenalimiz, hissiyatımız, ümitlerimiz, arzularımız… Ne varsa hiçbiri kabuğuna sığmıyor, coşkun akan bir nehir gibiydik. Dünya bize az geliyor, neredeyse yıldızlara taş atacaktık. Bahar coşkusu kanın kıpırdadığı zaman. Bütün canlılar, yeniden hayat bulduğundan fenayı, ademi, hiçliği ve ölümü hatırdan uzak tutar bahar mevsimi.
Bahar sarhoşluğuyla yaz gafletine ulaştık. Tomurcukların meyveye döndüğü mevsimi yaşadık. Yeryüzü baharın filizlendirdiği, yaz sıcaklarının olgunlaştırdığı erzak deposu oluverdi birden. Renkli, tatlı, kokulu, lezzetli gıdalar, şuruplar, meyveler dallarda arz-ı endam etti. Canımızın çektiği kadar, iştahımızı açtığı kadar, ağzımızı tatlandırdığı kadar, midemizin istediği kadar düşündük. Maddi zevklerden, keyiflerden başka şeyler aklımıza gelmedi. Kokusu, rayihası ve renklerinin cazibesine kapılarak geçti günlerimiz. Zikirsiz, fikirsiz, şükürsüz gaflet içinde tükettik onları, sahibini, sanatkarını, ikram edeni düşünmeden…
Sonbahar aynasına başımızı çarpınca uyandık! Aklımız başımıza geldi. Meftun olduğumuz fani sevgililer ter ketti bir bir. Yalnızlığımızla İlahi aşkın tezahürlerini içimizde hissettik, eylülün kalbimize dokunan sarı renklerinde. Kimsesizliğimizi anladık. Varlığının, güzelliğinin, isimlerinin tecellilerini yeryüzündeki eserlerinde göstermeye başladı. İşte Eylül geldi. “Eyvah aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik…” baharı, yazı, ömrü sabit sandığımız an, hazan mevsimi bizi uyandırdı! İçimizi kıpır kıpır eden, hayallerimizi süsleyen ve sahibini düşünmeden meftun olduğumuz nimetlerine şükürden, tefekkürden gaflet ettiğimiz, bahar sevinci artık gerilerde kalmıştı. Elemlerini, acılarını, sancılarını, pişmanlıklarını bize bırakarak…
Vefatları, ayrılıkları, hüzünleri, gurbetleri çağrıştıran eylül, içimizdeki yaz rehavetini, gaflet zamanını tarumar etti. Bahara, tabiata, tesadüfe, sebeplere verdiğimiz güzelliklerin encamını değiştirdi. Her yerde göç alametleri başladı öteki âlemlere… Ahir zaman, ikindi vakti güneşin batı ufkundan sarktığı zaman, melankolik ihtiyarlık noktası eylül... Yazın olgunlaştık, şimdi ihtiyarladık ve toprağa doğru bakmaya başladık, çaresizce. İnsanları ruh enginliğinden, gri bulutların üstünden uzaklara alıp götüren hüzün mevsimindeyiz. İşte buruk ve hüzünlü güz mevsimi; uyanma zamanı eylül sabahında.
“…Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.” “Madem hakikat böyledir. Gel, ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emellere ve elemlere müptelâ bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al!” (Bediüzzaman)