Attığımız adım, aldığımız nefes, yaşadığımız günler ve akıp giden zaman, tükenmekte olan ömür sermayemizle geri dönülmez bir yolculuğun içindeyiz. Geçmişe bakınca son bahar yaprakları gibi yılların uçuştuğunu görürüz. Ayrılıklar, acılar, hüzünlerle vuslat, sürur ve sevinçlerin karışık olduğu bu dünyada gidilecek iki ayrı yolun tercihi, tensibi cüz-i iradeye bırakılmış. Maziden bize kalanlara bakınca ya teessürle üzülür buruk bir ah çekeriz; ya da sevinçli bir tebessüm, hoş bir hatıra, tatlı bir sohbet içimizi ferahlatır…
Bir sergi, bir han ve misafirhane olan dünya hiçbir şey kararında kalmıyor. Değişiyor, yenileniyor, dolup boşalıyor ve zevale gidiyor. Mütemadiyen“Giden gelmez, gelen gider.” Ebedi âleme doğru günbegün devam eden yolculuğu herkes farklı tasvir ve tarifler etmiştir. Kimi sessiz gemiye benzetmiş, kimisi zamanın akışına “Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;/Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.” Her gelen, görünüp kaybolup giderler...
Akan nehir üzerindeki su kabarcıkları, güneşin yansımasını gösterip kaybolması, arkasından gelenler de güneş ışıltısını gösterip kaybolmakla gökteki güneşin varlığını ve devamlılığını gösterdikleri gibi; yaratılan her şey, varlığıyla, güzelliğiyle, nizam intizamıyla Allahın isimlerinin tecellisini, kudretini, hikmetini, azametini gösterir. Vazifesi bitenler Rabbimizin Kudret dairesinden, ilim dairesine, takdirine, Levh-i Mahfuzuna dönerken Baki-i Zülcelali işaret ederler. “Ya baki entel baki.”(Ey Baki olan Allah! Ancak Sensin baki.) Bu cümlede, ebedi ve sonsuz muhabbete muhtaç, ağlayan kalbimizi zeval ve fenadan kurtarmanın sırrı, şifresi, işareti gizlidir.
Şair: “Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.”dese de, her an, her zaman doğan, batan, ölen, gidenler, ebediyete olan mukadder yolculuğu haber veriyorlar. İnsandaki ülfetle baktığımız, görmediğimiz ve farkında olmadığımız; ancak ünsiyetimizi artırdığımız dünya, bir gün bize “Haydi dışarı”diyecek. “Dünya seni terk etmeden sen onu terk et.” Diyen Bediüzzaman’a kulak vermeliyiz: “Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış…”
Geçen gün yıkılmaya hazırlanan metruk huzurevi binasını gördüm. Tepenin üzerinde eski heybetinden, haşmetinden, rengârenk çiçeklerle bezenmiş bahçesinde güzelliklerinden ve o mekânı yurt, yuva edinen yaşlılardan eser kalmamıştı. Orada huzur içinde hizmetle geçen yirmi yıllık hayatın serencamını hatırladım. Hüzünle arkasından bakarak uğurladığımız yaşlılar, lisan-ı haliyle: “Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar, sevkiyat var.” Diyorlardı.
O yaşlı bina, içinde sakladığı sesler, nefesler, hatıralar, dualar, niyazlarla elemli bir yolculuğun arifesinde bekleyen sessiz bir yolcu treni gibiydi. Odalar, sanki yaşlı yolcularla dolu kompartımanı andırıyordu. Bir yaşlı meçhule dönmüş, kabullendiği yerde kendi şiirini okuyordu: “Sessiz ve sakin…/Bizim evimiz huzurevi/Yemekleri leziz, çayları demli/Bizim evimiz huzurevi…” sessizliği, kimsesizliği ve yalnızlığın ayak seslerini ve binlerce hatıralar uçuştu gözümün önünde hüzünlendim!.. Seriütteessür ruhları incinmiş insanları aradı gözlerim.
Ne görünen, ne gülen, ne konuşanlar vardı! Eskilerden kalan solgun bir çiçekle veda ederken oradan ayrıldım! “Ya Baki, Entel Baki, Ya Baki, Entel Baki…”(Baki ancak sensin) söyleyen kalbim, zevalin sınırsız teessüratına çare olarak samimi imanla Baki-i Zülcelâl’a iltica ediyordu…