Ekonomik Bağımsızlığı Olmayan
Hiçbir Yayın Grubu
Haber Bağımsızlığına Sahip Değildir.
Ne kadar güzel bir söz. Bu sözü kim söylemiş olabilir fikriniz var mı?
Siz tahmin ede durun ben birazdan yazarım bulamayanlar için.
Yarın 10 Ocak Çalışan Gazeteciler günü. Gazetecilik, habercilik, toplumu bilgilendirme, ne kadar ulvi ve önemli bir meslek. Hadi biraz farklı bir yolculuk yapalım.
Dünya’da ve ülkemizde, daha doğrusu Osmanlı’da gazetecilik nasıl başladı?
Matbaayı Çinliler harfleri Türkler buldu desem ne dersiniz?
Ya Osmanlı’da ilk özel gazeteyi katil bir İngiliz çıkardı desem?
Hem siz kıymetli okuyucular, hem de okuma zahmetinde bulunurlarsa değerli gazeteci meslektaşlarıma kısa bir basın yolculuğu yaptırmak isterim.
Üç yıldır yazmaya çalıştığım Türkiye’de dört büyük medya patronu Aydın Doğan, Dinç Bilgin, Cem Uzan ve Mehmet Emin Karamehmet’in ‘Kaybedenler Kulübü’ adlı kitabımdan bazı bölümleri sizlerle paylaşmak isterim.
Dünyada gazeteciliğin atası olarak kabul edilen 14. yüzyılda Avrupa’da yaygınlaşan haber mektupları ile başladı. Haber mektuplarında siyasi ve toplumsal bilgilendirmeye olan ilgi bunun daha kapsamlı bir şekilde yapılmasının önünü açıyor
Haber mektuplarının yerini haber kitapları almaya başlıyordu. İşte bu haber kitapları aslında günümüzdeki yazılı basın ve dergilerin ataları. Toplumun çevresinde ve başka yerlerde olup bitenlerden haberdar olma isteği basın ve gazeteciliğin doğmasına neden oluyor.
İlk yazılı gazete örnekleri tek sayfalık ilan ve duyuru amaçlı, genellikle devlet eliyle çıkartılan örneklerdir.
Bunlar daha çok yeni çıkan kanunlar ve devletle ilgili bilgilendirme şeklinde olmuştur. Sonraki yıllarda ticaretin gelişmesiyle birlikte el ilanı şeklinde çıkan yazılı basın 17. yüzyıldan sonra Avrupa’da yaşanan bazı siyasi olaylara kayıtsız kalamadı. El ilanı şeklinde çıkan ilk gazetelerle birlikte artık daha çok toplumsal olayları inceleyip halkı bilgilendiren, gerekirse iktidarı eleştiren yazılar çıkmaya başladı. Sonraki yıllarda teknolojinin ve gelişmelerin ışığında gazetecilik ve basın artık toplumun vazgeçilmez bir ihtiyacı hâline geldi.
Bazı kaynaklara göre Mısır’da kamu ile ilgili olayları her gün yazan ve bunları çamur tabletlere yazıp fırınladıktan sonra duvar gazetesi olarak kullanıldığına rastlanıyor.
Başka bir kaynakta ise M.Ö 59’da Sezar’ın emri ile halkı bilgilendirmek için günlük önemli olayları kapsayan ‘Acta Diurna’ adıyla daha çok duyuru maksatlı el ilanı bültenler yayınlıyor. Elbette bunların el yazısıyla yazılmış bültenler olduğunu belirtmekte fayda var.
Osmanlı Devleti’nin Avrupa kıtasındaki yayılışı da haber mektuplarına ilgiyi artıran nedenlerden olmuştur. 14, 15 ve 16. yüzyıllarda birbiri ardına gerçekleşen keşif ve icatlar da haber mektuplarına olan ilgiyi artırır.
Bu arada matbaanın icadı süreci tamamen değiştirmiştir. O nedenle matbaa için son iki bin yılın en önemli icadı dersek hiç de abartı olmaz. Şüphesiz ki matbaanın icadından önce de insanlar kitap yazıyordu. Ancak elle yazmak zaman isteyen, zahmetli ve herkesin yapamayacağı bir işti. Bu durum yavaş işleyen bir süreçti.
Matbaanın icadıyla insanoğlunun sahip olduğu bilgi birikimi ve kültürünün gelecek kuşaklara aktarılması daha kolay ve hızlı olmuştur, aynı kitaptan onlarca adet basılarak daha çok insana bilgiler ulaştırılmaktadır.
Matbaanın icadını Gutenberg’e atfetmek gibi yaygın bir kanaat vardır. Oysa Gutenberg’in yaşadığı çağdan yüzyıllar önce biliniyordu, kullanılıyordu ve onunla sayısız kitap basılmıştı. Matbaanın Çinliler mi, yoksa Uygur Türkleri tarafından mı icat edildiği bir tartışma konusudur. Tartışma konusu olmayan ise matbaanın ya da baskı makinesinin ilk olarak Çin’de kullanıldığıdır. Uygur Türklerinin marifetli ustaları basılacak olan harfleri ahşaplara işleyerek etrafını oyduktan sonra üzerine boya sürerek baskı yapıyorlardı. Daha sonra Uygur Türkü ustalar bir demirciyle harfleri neden madenler üzerine yapılmasın diye düşünerek 1041’de maden, yani metal üzerine harfler işlemeye başlamışlar. Tahta harfleri icat eden Uygur Türklerinin madenden yapılan harfleri de yaptığına inanılıyor. Bu da çağdaş matbaacılığın atası ve ilk icadının Uygur Türkleri tarafından Çin’de yapıldığını gösteriyor.
Dönem ise 9. ve 10. Yüzyıl, Çin alfabesi binlerce şekilden oluşuyordu.
Oysa Uygur Alfabesi sadece 18 harften oluştuğu için yazı yazmak, kitap çıkartmak ve baskı yapmak daha kolaydı. Böylece tarihte ilk defa matbaa harflerini 1041’de Çin’in özerk bir devleti olan Uygur Türkleri bulur.
Avrupalıların her zaman olduğu gibi doğunun buluşlarını kendi icatları gibi dünyaya yaymasının bir örneğini de matbaa alanında görüyoruz. 9. yüzyıldan beri Çin’de kullanılan baskı ve matbaa tekniklerinden yaklaşık 500 yıl sonra Alman bilim insanı Johann Gutenberg 1450’de matbaayı icat eden kişi olarak anılıyor. Oysa Gutenberg, sadece baskı tekniklerini geliştirmiş bir kişidir. Belki Avrupa için bu teknoloji yeniydi, ama Çin’de 9. yüzyıldan beri baskı teknikleri kullanılıyor ve daha sonra tahta ve sonrasında metal madenlere harf basarak matbaa faaliyetleri Uygurlu Türkler tarafından kullanılıyordu.
Osmanlı’da matbaa
Matbaacılık Osmanlı devletine ilk kez 1492’de İspanya’dan Osmanlı topraklarına gelen Musevilerin yanlarında matbaayı da getirmeleriyle başladı. 1493 yılında İstanbul’da ilk matbaa Musevi hahamı Gerson tarafından II. Beyazıt zamanında kuruldu. Bu matbaada ilk defa 1494 yılında Tevrat ve tefsiri, 1495’de ise Kavaid kitabı basıldı. İki yıl sonra ise Selanik’te başka bir matbaa Gerson’un oğlu tarafından kurulmuştur.
Osmanlı topraklarında ilk gazete 1795’te Fransız Elçiliğinde çıkartıldı. Osmanlılar tarafından çıkartılan ilk gazete ise 1828 tarihinde Mısır Kahire’de Vakayı-i Mısriye adıyla yayınlandı. Bugünkü Türkiye sınırları içinde ise ilk gazete 1831’de çıkarılan Takvim-i Vekayi’dir. O gazete de Padişah Mahmut’un isteği ile çıkartılmış ve bugünkü Resmi Gazete gibi devletin resmi yayın organı olarak basılmaya başlamıştır.
1840’ta ise ilk yarı resmi gazete olan Ceride-i Havadis çıkmaya başlıyor. Osmanlı topraklarında ilk yarı resmi gazeteyi çıkartmak İngiliz diplomat ve gazeteci William Churchill oluyor. Onunla ilgili başka bir ayrıntıyı yazmadan geçmemiz imkânsız. Churchill, 8 Mayıs 1836’da Kadıköy’de avlanırken yanlışlıkla bir Türk çocuğunu vuruyor.
Bunun üzerine gözaltına alınıyor ve Osmanlı ile İngiltere arasında diplomatik bir krizin yaşanmasına neden oluyor. İngiliz Büyükelçisinin araya girmesiyle Churchill serbest bırakılıyor ve 31 Temmuz 1840’da ilk yarı resmi gazete olan Ceride-i Havadis’i çıkartmaya başlıyor.
İlk özel gazete
İlk özel gazete 1860’ta Tercüman-ı Ahval olarak yayınlanmaya başlıyor. Bu gazete basın açısından tam bir dönüm noktası oluyor; gazetenin yanı sıra aynı zamanda edebiyat alanında çok önemli bir görevi yerine getiriyor. Şinasi, Ahmed Vefik Paşa, Ziya Paşa ve Refik Bey’in sık sık bu gazetede yazıları yer alıyor. Gazete, Ziya Paşa’nın kaleme aldığı sanılan ve eğitim sistemine sert eleştirilerde bulunan bir yazı yüzünden Mayıs 1861’de iki hafta süreyle kapatıldı.
Bu olay Türk basınında yayın durdurmanın ilk örneği olarak kayıtlara geçti. Tercüman-ı Ahval, çıktığı ilk andan itibaren halk tarafından büyük ilgiyle karşılanmıştır. Gazetenin o güne kadar çıkan Türkçe ve diğer gazetelerden fazla ilgi görmesi, şekil, dil ve içerik açısından geniş kitlelerin özlemine cevap veriyor olmasından; toplumsal, halka ait konulara sıklıkla yer verilmesinden; hükümetin iç ve dış siyasetteki bazı uygulamalarına yönelik eleştirilerde bulunabilmesinden kaynaklanmıştır.
Tercüman-ı Ahval’de siyasi haber ve makalelerin dışında, şehrin alt yapı, ulaşım sorunlarına dair haberlere, hırsızlık, cinayet olaylarının ayrıntılarıyla ve hikâyemsi bir üslupla kaleme alınmış olduğu ilgi çekici haberlere de sıklıkla yer verilmiştir. Tefrika usulü de Türk basınında yine Tercüman-ı Ahval ile başlatılmıştır. Şinasi Efendi’nin ‘Şair Evlenmesi’ isimli piyesi Tercüman-ı Ahval’in ikinci nüshasından itibaren yayınlanmaya başlamıştır gazetede.
Sansür yasası
Yukarıda anlatılanlardan hareketle 1860’ı Türk gazetecilik tarihinin çıkış noktası olarak kabul edersek 160 yıllık gazetecilik ve basın her dönem inişli çıkışlı bir grafik izlemiştir. Birçok gazeteci başka şehirlere sürgün edilmiş, hapse atılmış, idam edilmiş ve suikaste uğramıştır. Zaman zaman gazeteler kapatılmıştır.
Basın tarihinin dönüm noktalarından biri de 1876 yılı 10 Mayıs’ıydı. Bu tarih Osmanlı basınında sansürün ilk defa “yasa” ile uygulanmaya başlanmasına işaret etmektedir. O dönemlerde özel gazetelerin yeni görüşlere yer vermesi ve zaman zaman hükümete muhalif duruş sergilemesi yönetimin hoşuna gitmiyordu. Bu nedenle sansür hakkındaki “Âli Kararname” çıkarıldı. Böylelikle ilk defa bütün gazetelere sansür uygulanmaya başlandı. Bu kararname ile resim ve karikatürlere sansür konulmasının yanı sıra, yurt dışından getirilen yayınlara yapılan denetim de sıkılaştırıldı. Ayrıca, ülkede çıkarılan gazetelerin, Matbuat Dairesi ve Valilikler tarafından denetlenmeden yayımlanamayacağı yasağı getirildi.
32 yıl süren bu uygulama sonunda, 24 Temmuz 1908 tarihinde sansüre karşı gazeteciler birlik olarak matbaalarının önünde kol kola girerek gazete kapılarını sansür memurlarına kapattılar. Gazetecilerin bu direnişi sonrası II. Meşrutiyet'in ilanıyla gazetelerin yayım öncesi denetimi kaldırıldı. 25 Temmuz 1908 sabahı gazeteler artık daha farklıydı. 32 yılın ardından ilk defa sansür memurlarının denetimi olmadan, gazetecilerin özgün yazıları ile basılmışlardı. Tam anlamıyla özgür olmasalar da yasanın kalkması ile daha özgür yayım yapan gazetelere halkın ilgisi büyük oldu. Gazete satış sayıları iki katına çıktı. Bu, özgür basına duyulan özlemin göstergesiydi. 24 Temmuz bir anlamda gerçek gazeteciliğin patlama yaptığı gündü. O günden itibaren yalnız İstanbul’da 353 gazete ve dergi yayınlanmaya başladı. Daha sonraki yıllarda Basın Bayramı için bir tarih belirlenmek istendiği zaman gazetecilerin direniş günü olan 24 Temmuz Basın Bayramı olarak kabul edildi.
Osmanlının son yılları ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında basın ve gazeteciler çok önemli rol oynadı. Özellikle işgal yıllarında Osmanlı basını ikiye bölündü. Bir kısmı işgale karşı direniş gösterip, halkı uyarıp bilinçlendirirken bir kısmı ise hükümetin ve işgal kuvvetlerinin yanında yer aldı. İşgal yıllarında Anadolu’nun tüm illerinde yerel gazeteler çıkmaya başladı.
Amaç İstanbul’da olup bitenleri anlatmak ve Anadolu’dan bir direniş ruhu yaratmaktı. Bu konuda İstanbul’un önemli gazetecileri ve yazarları Anadolu’ya geçerek kurtuluş meşalesini yakanlara katıldılar. Ancak Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bu gazetelerin birçoğu görevlerini yerine getirerek yayın hayatına son verdi. Çok azı bugün hâlâ çıkmaktadır.
Basında dönüm noktası
1940’lı ve 1950’li yıllara geldiğimizde bugünkü köklü gazetelerin temellerinin atıldığını görüyoruz. Bugünkü Türk basınının temelini oluşturan Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet o dönemlerde öne çıkmaya başladı. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye de kapitalizmin içine girdiği ülkelerden biri oluyor. Türkiye Cumhuriyetinin inşa sürecinde Yunus Nadi Abalıoğlu’nun kurduğu Cumhuriyet Gazetesi devletçi yapısını sonuna kadar korumuştur. Cumhuriyet’e karşılık kapitalist girişim olarak günümüz basınının temsilcisi olarak en başta Sedat Simavi’nin Hürriyet’i ve daha sonra Ali Naci Karacan’ın Milliyet’i ön plana çıkıyor. Her ikisi de devlet ve hükümet kadrolarıyla yakın ilişki içerisinde olan burjuva aileleri olarak Simavi ve Karacan’lar gerek kamu kaynaklarından yararlanmak, gerekse resmi, kapitalist, söylemin taşıyıcısı olmaları bakımından medyada yeni bir dönem başlatmış oldular. Artık gazeteciler ve gazeteler sadece gazeteci ve haberci değildi. Böylece yavaş yavaş devlet imkânlarından pay alma ve nüfuz edinme dönemi başlamıştı.
Özellikle 1970’li yılların sonuna doğru artık köklü medya grupları gazetecilerin elinden çıkıp holdinglerin çatısı altına girmeye başlamıştı. Bu kapıyı açan da Aydın Doğan oldu. Aydın Doğan, Milliyet gazetesini 1979’da Ercüment Karaca’dan satın alarak Doğan Grubu bünyesine kattı. 1979’a kadar basınla alakalı hiçbir işi olmadı. Hele gazetecilik konusunda hiçbir bilgisi yoktu. Ama 1979’da Milliyet gazetesini satın alarak Türkiye’nin en büyük iki gazetesinden birinin patronu olarak medyaya adım attı. Türk basınında her şey işte o yıldan sonra değişmeye başladı. Artık gazetecilikten gelen aile şirketlerinin yerini büyük sermaye patronlarının holdingleri almaya başladı. Aydın Doğan, Milliyet’i satın aldıktan sonra tüm basını ele geçirmek gibi bir hırsı vardı. Kısa sürede Türkiye’nin basın sektörünün neredeyse üçte birini Doğan Holding’de topladı. Hürriyet’i ise 1994 yılında satın aldı. 1990 ve 2000 yıllarına gelindiğinde Türk basını dört büyük grubun eline geçmiştir. Bunlar, Aydın Doğan ve ailesi tarafından kontrol edilen Doğan Holding, Mehmet Emin Karamehmet ve ailesinin kontrolündeki Çukurova Medya Grubu, Dinç Bilgin ve ailesi tarafından kontrol edilen Sabah Grubu, Cem Uzan ve ailesinin Star Grubu olarak öne çıkıyor. Böylece büyük medya grupları birer aile şirketi hâline gelmişlerdir.
Yarın 10 Ocak Çalışan Gazeteciler günü, yukarda adı geçen Türk basının dört büyük patronu bugün hiç gazeteleri yok. Bir zamanlar başbakanlara kafa tutan, birkaç manşetle bakanları koltuğundan eden gazetelerin sahipleri yarın 10 Ocak Çalışan gazeteciler gününü kutlayamıyor.
Çünkü çalıştıkları biz gazete yok.
Dört büyük medya patronun gazete, dergi, radyo ve televizyonları bugün başkalarının elinde.
Yarın 10 Ocak çalışan gazeteciler günü. Hala çalışan bir gazete bulan, hala yazı yazabilen, hala işini yapan tüm gazetecilere selam olsun.
Ekonomik Bağımsızlığı Olmayan Hiçbir Yayın Grubu Haber Bağımsızlığına Sahip Değildir.
Bu söz Aydın Doğan’a ait. Ekonomik bağımsızlığı olmasına rağmen maalesef Haber Bağımsızlığına sahip olamadı. Ve tüm medya grubunu kaybetti.