Koçgazi Köyü’nün harman yeri, çocukluk yıllarımızda arkadaş gurubumuzla hayvan otlattığımız, koşup, oynadığımız yeşillik, düzlük bir alandır. Bir bahar günü yeşilliklerin, çiğdemlerin, çiçeklerin üzerinde köyün çocukları ile Elsende, Birdirbir, Yakar top gibi oyunları oynadıktan sonra. Aşağıda söğütlerin yanına konuşlanmış, siyah bir göçer çadırı dikkatimizi çekti. Merakımızı gidermek ve o aradaki insanların ilkel yaşantılarını ve neler yaptıklarını yakından görmek için gitmeye karar verdik. Yolda giderken herkes onlar hakkında çeşitli rivayetleri, söylentileri, bildiğini ve bilmediğini anlatıyordu. Onlarla ilgili kimisi abartıyor, kimisi onu yalanlıyor derken bütün dikkatimizle ve merakımızla çadıra yaklaştık. Biz küçükler çekindiğimiz için büyük çocuklar önden yürüdüler çadıra varıp selam verip oturdular. Onlardan cesaret alarak bizlerde yanlarına oturduk. İlk dikkatimi çeken çadırın içersinde yaşlı, iri yapılı ve esmer bir adam vardı. Başında eğreti gibi duran kasketi, ciddi bakışları, kalınca bıyıkları ile duruşu sert bir insana benzese de bizlerin yanına oturmamıza müsaade etmesi, kimin çocuğu olduğumuzu sorması, bazen de espri yapması ile göründüğü gibi olmadığını gösteriyordu. Bir taraftan bizlerle konuşurken, bir taraftan da söğüt dallarından eğip bükerek sepet yapıyordu. Eli o kadar alışmış, meleke kesbetmiş ki bizimle konuşurken bile iki elinin parmakları yapılan sepetin üzerinde hızlı, düzgün ve güzel bir şekilde çalışıyordu. Elinin çalışma ritmine başını, yüz hatlarını ve mimiklerini de katıyordu. Elinde ürettiği sanatına gerekli inceliği, düzgünlüğü ve zarafeti verebilmek için eliyle beraber başını ve bedenini oynatıyor, yaşlanmış yüz hatları gerilip gevşiyordu. Tempolu ve seri bir çalışmanın sonunda sepetin yapımını bitirip son şeklini vermişti. Beyaz, desenli, saplı ve sanat harikası bir el emeğinin yapımını bitirmiş olmanın keyfine gelmişti sıra. Epey bir süre bitmiş sepetin altına, üstüne baktı. Karşı tarafa koydu ve gözlerini üzerinden ayırmadan baktıktan sonra eline aldı ve gülümseyerek ve bozuk Türkçesi ile içimizden en büyük olan Ese’ye “bak bakalım yeğenim nasıl olmuş, beğendin mi?” Diye uzattı. Bir ustanın yaptığı eserini bizlere uzatarak görüşümüzü sorması, muhatap alması, değer vermesi hoşumuza gitmişti. Taze söğüt ağacı kokulu, beyaz, süslü, yeni sepet elden ele dolaşırken, Usta bir taraftan sepete bakıyor; bir taraftan da bizim yüzümüze bakarak sepetle ilgili fikrimizi ve övgümüzü takip ediyordu. Sonunda hem kendi nazarıyla, hem de bizim bakışımızla sanatının mükemmelliğine kanaati gelmişti. Bitmiş yeni sepeti de önceden yaptığı sepetlerin yanına bırakarak ayağa kalktı. Sekiz köşeli kasketini düzeltti. Üstünde birikmiş ağaç kırpıntılarını silkeledi, yukarısı çok geniş ve aşağıya doğru daralan, paçası düğmeli siyah pantolonunu düzelterek az ileriye malzeme getirmek üzere uyuşmuş ayakları ile, çarpık adımlarla sendeleyerek gitti. Geri döndüğünde kalbur ve gözer tabir edilen buğday elemede kullanılan elekleri yapmak için ıslattığı hayvan derisini, sırım olarak dilmek için çadıra getirdi. Vakit hayli olmuştu. Yaş söğüt ağacının güzel kokusunun yerini, deri kokusu sarınca bizler müsaade alıp hızlı adımlarla evlerimizin yolunu tuttuk. Ertesi gün akşamüzeri, evde yalnız olduğum bir sırada kapısı çaldı. Ak köpeğimiz parçalayacak gibi havlıyordu. Pencereden baktığımda elinde uzun değnekle, sırtına sepetleri, elekleri yüklenmiş, çil yüzlü yaşlı bir kadın, bir şeyler söylüyordu. Köpeğin sesinden söylediklerinden bir şey anlamadım. Sadece ekmek istediğini anlayabildim. Oyun arkadaşlarım bu kimselere kapı açılmaz, zarar verirler şeklinde abartılı şeyler anlatmışlardı. Çocukluk işte, o nedenle kapıyı açmadan: “annem evde yok!” Dedim. O’da sessiz bir şekilde, başka yere uğramadan doğruca çadırın yolunu tutup uzaklaştı. O gittikten az sonra annem eve geldi. Ben bir kahraman edası ile olanları anlattım. Kapıyı açmadığımı, ekmek vermediğimi anlatınca Annemin çok kızdı ve birazda telaşlandı.
---Ne yaptın sen? Kapıya gelip ekmek isteyene verilmez mi? O kadın Hatem Amca’nın hanımıdır. Herkes O’na Çingene Hatem, deseler de çok iyi bir insandır. Onlar çalışkan ve dürüst bir ailedir. Hatem Amca Baba’nın da arkadaşıdır. Bizden başka, kimselerden ekmek istemezler. Baban bu davranışını duymasın. Çabuk ekmek ve yiyeceklerden hazırlayayım da koşarak götür. Dedi.
Beni aldı bir düşünce. Babamın Çingene’den de arkadaşı olduğunu öğrendim ve şaşırdım. Çadırda “Ben, Hacı Mehmet’in, namı diğer Sarı Mehmet’in oğluyum” Deyince bana sert bakışlarını yönelterek, hafif gülümsemişti. Ben de “Sarı Mehmet lakabı hoşuna gitti, ona gülümsedi” diye içimden yorumlamıştım. Annemin hazırladığı ekmek paketini alıp koşar adımlarla çadıra ulaştım. Yaşlı Teyze gün boyu çalıştığı için yorgunluktan çadırın yan tarafına ayaklarını uzatmış oturuyordu. Hatem Amca, çadırın içersindeki minderin üzerinde başına namaz takkesi giymiş Kur’an-ı Kerim okuyordu. Kulaktan dolma bilgilerle meydana gelen önyargılarımdan yeteri kadar mahcup olmuştum. Ekmeği teyzeye verip bir an önce kaçmak istiyordum. Hatem Amca yanına çağırdı. Kendi el ürünü olan, süslemeli, ağaçtan yapılmış zarif bir sigara ağızlığını uzatarak:
------ “Al bunu Babana ver. Çok selam söyle. Kıpınızın önündeki ak köpeğe de gerçek dostların kim olduğunu öğretsin!” dedi.
Söylediklerinden pek bir şey anlamasam da elimdeki ahşap ağızlığı sıkıca tutarak, harman yerinin yeşil çimenlerinin üzerinden eve doğru koşar adımlarla gittim.