Denizler insanlık tarihi boyunca gerek deniz tabanı gerekse deniz içindeki yaşam açısından zengin mineral kaynağı haline gelmiştir. Tarihsel olarak bakındığında ise xv. yüzyılda Avrupalı güçlerin denizlerdeki hazineleri keşfetmiş olmaları denizaşırı sömürü hareketlerinin gelişmesiyle sonuçlanmış. Ekonomik savaşın denizlere sıçramasıyla birlikte denizlerde hegemonya savaşları başlarken Ulusların denizlerde hangi haklara sahip olacağı konusunda dünya kamuoyunda tartışmalar ortaya çıkmıştır. Dünyadaki küresel aktörlerde denizlerdeki hegemonya alanlarını genişletmek için rekabete girmiş. Tüm bu gelişmeler ışığında denizlerdeki güç tekelinin kırılmaya çalışılması beraberinde siyasi ekonomik ve diplomasi alanında yeni gelişmelere yol açmıştır. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, bir taraftan devletlerin deniz alanlarındaki hak ve sorumluluklarını belirlerken diğer taraftan deniz sınırlarının belirlenmesine ilişkin süreçleri ve uyuşmazlıkların nasıl ele alınması gerektiğini de sınırlandırmaktadır. BMDHS’de denizlerde yaşanan çatışmalara ilişkin başvurulacak çözüm yolları Kısım XV’de düzenlenmiştir. Düzenlemeye göre taraflar öncelikle sözleşmenin yorumlanması ve uygulanmasında ortaya çıkan uyuşmazlıklarda BM Anlaşması madde 2 çerçevesinde barışçıl yollarla çözüm arayacak. BMDHS madde 283’e göre ise uyuşmazlık taraflarının bir araya gelerek sorunun barışçıl yollarla çözümüne ilişkin görüş alış verişinde bulunma sorumluluğunu içermektedir. Buna ek olarak sözleşme çerçevesinde taraflar dostça girişim, arabuluculuk, uzlaştırma, araştırma ve soruşturma komisyonları gibi diplomatik çözüm yollarından herhangi birini tercih etmekte serbesttir. Ancak taraflar bu yollarla sorunu çözemedikleri takdirde BMDHS madde 287’de sayılan 4 yetkili mahkemeye başvuruda bulunma hakkına sahip olurken başvurular Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi (ITLOS) Genel ve Özel Tahkim Mahkemelerine yapılacaktır. Türkiye zengin su kaynaklarının yanı sıra üç tarafı denizlerle çevrili iki boğaza sahip bir ülke olması, su yollarına ve denizin içi ve deniz tabanı kaynaklarına sahipliği bakımından zengin bir ülkedir. Türkiye’nin jeopolitik konumu gereği tarih boyunca stratejik bir mevkide yer alması nedeniyle kıyısı olduğu denizlerle kıyıdaş ülkelerle işbirliğine girme zorunluluğu nedeniyle çoğu zaman kıyıdaş ülkelerle denizlerdeki egemenlik haklarına yönelik ihtilaflar yaşayabilmektedir. Türkiye, Uluslararası hukukta deniz hukukunun temel kaynakları olarak belirlenen 1958 tarihli Cenevre Deniz Hukuku Sözleşmeleri ve 1983 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi hazırlık aşamasında aktif olarak rol aldıysa da bu sözleşmelere taraf olmayan Türkiye bu nedenle deniz hukuku anlamında çıkan itilaflarda uluslararası deniz hukukunun üçüncü kaynağı olan örf ve adet hukuku kurallarını kaynak edinmiştir. Herkesin de iyi bildiği gibi Türkiye'nin deniz hukuku anlamında yaşadığı en büyük sorun Ege sorunu olurken “12 deniz miline kadar kara sınırı belirleme kuralı” uluslararası alanda örf ve adet hukuku kuralı olarak geçerlilik kazandığı halde, Türkiye kuralın uygulanmasına başından beri ısrarlı bir tavırla karşı çıktığından kuralın kendisi için bağlayıcı hale gelmesinin önüne geçmiş, uluslararası kurallar ışığında kendi örf adet hukuku kurallarını oluşturmuştur. Bunun haricinde yardımcı kaynak olarak bağlayıcılık taşımamakla birlikte Uluslararası Adalet Divanı’nın verdiği kararlar da dikkate alınmaktadır. Mevzuata bakıldığında deniz hukukunun alt başlıklarını içeren birden fazla kanun olmakla birlikte, Çevre Kanunu ve Türk Ticaret Kanununda da bu alanla ilgili hükümler mevcuttur.>>EVREN ATCI