KÖY ÖĞRETMENİNİN HATIRALARI
Cenab-ı Hak (c.c), dünyadaki diğer canlılardan farklı olarak Hz. Âdem ve onun nesli olan insanları zıt tecellilere mazhar kılmıştır. Bunun neticesinde de insanların, “aşağıların en aşağısı” demek olan esfel-i sâfilîn ile “yücelerin en yücesi” anlamına gelen alâ-yı illiyyîn (olgun insan) arasında hak ettikleri bir mevkide bulunmaları takdir edilmiştir. İnsana cüz’î irade verilmiş, yaptığı iyi davranışları kötü davranışlardan ayırt edebilme ve geleceğini belirleyebilme imkânı tanınmıştır.
O hâlde, eşref-i mahlûkat yani yaratılmışların en şereflisi olan insanın; Allah’ı tanıyacak, idrak edecek bir hâl üzere yaratılması ve bu yetiyi hayra ya da şerre, iyiliğe ya da kötülüğe yönlendirmesi, onun cüz’î iradesiyle mümkündür. İnsan; hayvanlardan daha aşağı bir mevki ile meleklerden daha yüce bir noktada yer alabilir. Bu ise kulun gayretine, yaratılışında var olan müspet (olumlu) ve menfî (olumsuz) temayüller arasındaki mücadelede tercihine bağlıdır. Sonuç, bu mücadeleye göre şekillenecektir.
İnsanoğlunun birtakım olumlu eğilimler taşıması kendi elindedir. Bu da kişinin bilincini iyiye, doğruya, güzele ve faydalı işlere yöneltmesiyle; nefsine kapılmadan, bilgisini artırarak, cehaletten kurtulmasıyla mümkündür. Kur’an-ı Kerim’in ilk ayeti “Oku, Rabbinin adıyla oku”dur. Yine Kur’an-ı Kerim’de Allah şöyle buyurur: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Şu fani dünyanın beş dakikalık sahte lezzetleri uğruna, hakiki saadeti ve ebedî âhiret saltanatını terk ettirip insanı alâ-yı illiyyîn’den esfel-i sâfilîn’e düşüren de nefsi emmaredir; yani kötülüğü emreden ve bundan da zevk alan nefistir. Ey pis nefis! Sensiz semavî bir deniz olamam! O hâlde bizi aşağıların en aşağısına düşüren bilgisizliğimizi ve cehaletimizi nasıl yenebiliriz? Elbette ki bilincimizi geliştirerek, yeni bilgiler edinerek, okuyup araştırarak ve sabırla çalışarak. Hayatımızı her yönüyle başarılı bir şekilde sürdürebilmemiz ve toplumumuza faydalı olabilmemiz; geri kalmışlık yerine, ileri görüşlü, kamil (olgun) insan olmamız için şarttır. Yaşadığımız toplumda esfel-i sâfilîn seviyesinde bireyler olursa, toplumun huzuru bozulabilir. Ne yazık ki böyle kişilere sıkça rastlamak mümkündür.
Bu durumu anlatmak için köyde öğretmenlik yaptığım sırada yaşadığım bir olayı örnek vermek istiyorum:
Öğretmen olarak görev yaptığım bir köyde, köylülerin “Balcı Dede” diye sevip saydığı bir yaşlı amca vardı. Bahçesinde kara kovan balı üretir ve satardı. Eşi vefat etmiş, oğlu, gelini ve torunuyla yaşardı. Oğlu Ahmet, köylüler tarafından sevilen, güvenilen, beş vakit namazını kaçırmayan, ailesinin rızkı için çalışan bir insandı. Bir gün Balcı Dede, tüm öğretmenleri evine yemeğe davet etti. Ahmet, biz öğretmenlere büyük bir saygıyla hizmet etti; hiç oturmadı, ayakta hizmet verdi. Hiç unutmam, bir gün sabah namazını camide kıldıktan sonra tarlasına çalışmaya gitmişti. Tarla komşusu Hüseyin de tarlasına gelmiş, selam verdikten sonra ceketini bir kenara bırakıp işe başlamıştı. Akşamüzeri, her ikisi de tarlasını bırakıp evlerine döndü. Ahmet’in komşusu Hüseyin, köylüler tarafından sevilmeyen, güvenilmeyen, herkesle kavgalı, aksi, cahil, nefsinin esiri, sabırsız ve esfel-i sâfilîn seviyesinde bir kişiydi. Ahmet akşam namazını kılarken kapıları acı acı çalındı. Ahmet’in eşi kapıyı açtı. Gelen, öfke içinde bağıran Hüseyin’di. “Ahmet nerede o hırsız?!” diyerek bağırıyordu. Ahmet kapıya koştu. Ahmet’in tarla komşusu Hüseyin idi. Hüseyin çok hiddetlidir, adeta ateş püskürtmekte ve ağzından köpük saçarak bağırmaya başlar, küfürün bini bir paradır. “ Ahmet denen o hırsız nerede?” diye yeri göğü inletmektedir. Ahmet namazını yarıda keserek şaşırmış halde kapıya koşar. Şaşkın şaşkın “ Ne oldu komşum?” diye sorar. Hüseyin iyice hiddetlenmiş, yüzü mosmor olmuş, bütün gücüyle bağırıp çağırarak Ahmet’in üzerine yürüyerek: “Daha ne oldu? Diye soruyorsun. Hırsız seni Tarlamın köşesine bıraktığım ceketimin cebindeki paralarım vardı. Tarladan eve gelirken ceketimin cebine baktım yoktu! Beynimden vurulmuşa döndüm. Tarlada senden başka kimse yoktu! Benim paramı ceketimin cebinden sen almışsın ver paramı seni öldüreceğim!” diyerek Ahmet’in: “Hayır komşum, Vallahi de billahi de ben çalmadım!” sözünü sanki hiç duymayan Hüseyin çıldırmış vaziyette. Cebinden çıkardığı tabancayla Ahmet’in göğsüne iki kurşun sıktı. Ahmet o anda, kanlar içinde yere yığıldı. Maalesef zavallı Ahmet orada ölmüştü.
Hüseyin koşarak eve gitti. Hüseyin’in karısı eşinin nefes nefese öfke ve telaşla yüzü mosmor olarak geldiğini görerek: “Ne oldu Hüseyin, yüzün mosmor, neden nefes nefese kaldın?” diye sorar. Hüseyin dili damağı kurumuş halde zorla konuşarak: “Ceketimin iç cebinde param vardı akşamüzeri eve gelirken paralarıma baktım ki paralarım yoktu. Ahmet’te kendi tarlasını sürmeye gelmişti Tarlada, Ahmet’ten başka kimse yoktu, muhakkak ki paralarımı ben görmeden ben görmeden paralarımı cebimden o hırsız aldı, evlerine gittim ve o hırsı Ahmet’i iki kurşunla göğsünden vurarak öldürdüm” dedi.
Bunu duyan eşi beyninden vurulmuşa döndü. Şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Kekeleyerek “Ay Hüseyin! Ne yaptın sen!” diye diye dövünmeye feryat figan ederek ağlamaya ve ağlarken de: “Ah Hüseyin ne yaptın, ne büyük yanlış yaptın O parayı sen gece uyurken cebinden ben almıştım, Ah Hüseyin ne yaptın” kekeleyerek kendini yere atarak bayıldı. Ama ne çare ki olan olmuş cehalet ve bencillik hiç suçu olmayan zavallı Ahmet olmuş öldürülmüştü.
Hüseyin’i gece jandarmalar saklandığı yerden bularak götürdüler. Sonunda Hüseyin kırk altı yıl hapse mahkûm olmuştu. Sabırsız ve cahil kişilerin sonu budur. Öfkeyle kalkan, zararla oturur.
Yorumlar
Kalan Karakter: