ANADOLU NAKKAŞLARIYLA ÇİN RESSAMLARININ, NAKIŞ VE TASVİR SANATINDA BİRBİRLERİYLE BAHSE GİRMELERİ
Çinlilerle, Anadolu ressamları bahse girdiler. Her iki tarafda kendi nakış sanatlarının üstün olduğunu söylediler.
Padişah: “Sizi imtihan edeceğim; bakalım hanginiz davasında haklı” dedi.
Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bir tanesini Çin ressamları öbürünü de Anadolu ressamları aldı.
Çinliler, padişahtan yüz türlü boya istediler. Anadolu ressamları ise, yalnızca duvardaki pasları giderecek ve onları cilalayıp parlatacak şeyler aldılar. Çünkü onlar çok renkliliği değil renksizliği tercih ediyorlardı; renksizliğin faziletini biliyorlardı.
Zira gökyüzündeki bulutların ve dünyadaki şekillerin kendi renkleri yoktur; onları renkten renge sokan semadaki güneştir. Padişah, çalışmalar bitince önce Çinlilerin resimlerini gördü ve hayran oldu. Bu renk ve şekil güzelliğine can-u gönülden vuruldu.
Sıra, Anadolu nakkaşlarına gelince, onlar sadece Çin ressamlarıyla kendi çizdikleri nakış odaları arasındaki perdenin kaldırılmasını istediler.
Odalarının duvarları öylesine cilalanmıştı ki perde kalkıp karşı odadaki Çin nakışları bu duvarlara aksedince nakışlar, orada olduklarından daha güzel göründüler.
Eşyanın suda aksi gibi bu odada her güzellik aslından daha güzel görünüyordu.
Ey oğul! Buradaki Anadolu nakkaşları o saf insanlardır ki onların ne tekrarlanacak dersleri, ne kitapları nede hüner gösterme merakı vardır. O, odalar saf ve temiz insanların gönülleridir ki en parlak aynalar gibi her türlü tozdan ve pastan tertemizdirler. Bu gönül aynalara güzelliklerin en hakikisi akseder.
Onların gönüllerinin saf ve temiz olmalarının sebebi, gönüllerini kinden, kibirden, benlikten, ikilikten, ihtirastan, şehvetten uzak tutmalarıdır.
Cenâb-ı Hak, Musa Peygamber’e: “Ey Mûsâ! Elini koynuna sok! Firavun’a ve milletine gönderilen dokuz mucizeden biri olarak, kusursuz bembeyaz çıksın” diye emretmişti. Musa bu emri yerine getirmiş, koynuna sokup çıkardığı eli, “Yed-i Beyza” halinde bembeyaz ve nur saçıcı olarak görünmüştü.
O bembeyaz nur saçıcı suret hakikatte ne göklere; ne yere, ne denizlere, ne de denizlerde sır olan balığa sığar. Çünkü bunlar hududu olan tezahürlerdir. Halbuki hududu olmayanın hududu olana sığması mümkün değildir. Yalnız her türlü dünya kirlerinden sıyrılmış olan gönül aynasına, hududu olmayan zat ve sıfatlar sığabilir. Cüzi aklın burada susması veya şaşırıp kalması icap eder. Sebebi de gönül aynasındaki bu sonsuzluktur. Çünkü gönül mü Allah’la, Allah mı gönülledir? Bunu çözen vardır ama akıl çözemez. O, Hak erenlerinin gönlüdür ki hem birliğin hem çokluğun aynasıdır.
Gönüllerini Allah aşkıyla dolduran, her an Allah’ın sayısız güzelliklerinden birinin şahidi olurlar. Onlar için, maddi güzelliklerdeki renkler, kokular yoktur. Renkler, şekiller ve kokuların üstüne yükselmişlerdir.
Hak erenleri, Allah’ta yok olmuşlar, diğer bir deyişle Hak’la Hâk olmuşlardır. Hacı Bayram Veli’nin:
“Bayram özünü bildi.”
Bileni anda buldu.
Bulan ol kendi oldu.
Sen seni bil sen seni, dörtlüğü Hak’la Hak olmayı anlatır. Hak ermişleri, âşinalık deryasına ulaşıp ölmezler arasına katılanlardır. Onlar için herkesi korkutan ölüm bir eğlencedir. Hattâ, Hz.Mevlânâ gibi vücuttan kurtulmanın ve sevgiliye kavuşmanın bir bayramıdır, bir düğünüdür.
Onlar, doğru yolu ve vefâyı seçenlerdir ki vardıkları mertebe, Allah’ın katıdır.
Yükseldikleri makam ise Arş’ın da, Ferş’in de Kürs’ünde üstündedir.
Hz.MEVLÂNÂ
Mesnevi-3467-3499 Beyitler.