İYİLİK AYI RAMAZAN
İNFAKIN HAYRI İNFAK EDENEDİR
Yüce Rabbimiz, mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Mallarınız da çocuklarınız da birer imtihan vesilesidir. Allah katında ise pek büyük bir mükâfât vardır. O hâlde gücünüz yettiği kadar Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakının. Kulak verin; itaat edin, kendinize hayr olmak üzere (iyiliğiniz için) bağışta bulunun. Kim nefsinin cimrilik tutkusundan korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.”1
Görüldüğü gibi ayet-i kerimede asıl büyük mükâfatın Allah katında olduğunun unutulmaması ve evladüiyal kaygısıyla hayır hasenat, iyilik yapmamak gibi çok sakıncalı bir yola girilmemesi istenmektedir. Bu çizgide hayatı değerlendirebilmek için yapılması gerekenler ise şöyle sıralanmaktadır:
Gücünüz yettiğince Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakının.
Kulak verin, dinleyin, itaat edin.
Kendi adınıza hayr olmak üzere infakta bulunun, iyilik ve yardım yapın.
Bu sayılan görevlerin tamamı, yerine getiren kimseler için birer iyilik ve hayır anlamı taşıdığı ve yapılan her hayrın, yapanın lehine olduğu(2) hâlde, ayrıca “Kendi adınıza hayr olmak üzere infakta bulunun.” buyrulmuş olması, eldeki imkânları cimrilik duygusuna kapılmadan toplum yararına harcamanın “hayr/iyilik” olgusu açısından önemini ve dolayısıyla cimriliğin de zarar ve
tehlikesini göstermektedir.
Nitekim konu bir başka ayet-i kerimede şöyle açıklanmış bulunmaktadır:
“Allah’ın kendilerine ihsan ettiği nimetlerde cimrilik edenler, bunun kendileri hakkında hayırlı olduğunu sanmasınlar! Aksine bu onlar için çok kötüdür. Çünkü o cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Kaldı ki, göklerin ve yerin mîrası Allah’ındır. Allah yaptığınız her şeyi çok iyi bilmektedir.”3
Unutmamak gerekir ki istatistiğe sığmayacak Allah’ın nimetleri(4) tamamen Allah’ın ihsanı ve ikramıdır. Dolayısıyla Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri paylaşmak yerine cimrilik yapıp kasa ve keselerinde saklayanların, bu yaptıkları şeklen kendileri için kâr/hayır gibi gözükse de hayır değildir. Çünkü o cimrilik ettikleri şeyler kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.
“Kaldı ki göklerin ve yerin mîrası Allah’ındır.” bildirimi de tükenme endişesine dayanan cimriliğin pek anlamsız ve yersiz bir tutum ve eylem olduğunu göstermektedir.
Bu ayet-i kerimeden bir şeyin hayır ve hayırlı ya da iyilik olması için âhirette sorumluluk doğurmaması gerektiği de anlaşılmış olmaktadır. Bu nokta “hayır/iyilik” kavramının kapsam ve tanımında fevkalade önemli bir boyuttur.
Görüntüden hareketle cimriliğin hayır sanılması ağır bir yanılgıdır. İnsanın malı ve serveti ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın katında olan nimetler yanında sözü bile edilemez. Üstelik de kimse âhirete malını götüremez. O mal dünyada geçici bir süre için kendisinin kullanımına verilmiştir o kadar.
Cimrilik, işte bu geçici varlık sürecinde ortaya çıkar. Gerçek cömertlik ise yoklukta değil, varlıkta belli olur. Durum bir ayet-i kerimede şöyle duyurulmuştur:
“Onlardan bir kısmı da: ‘Eğer Allah bize lütfundan verip zengin kılarsa, mutlaka sadaka ve zekât verir ve iyi insanlardan oluruz.’ diye Allah’a yemin edip söz vermişlerdi. Allah onlara lütfundan verince hemen cimrileştiler ve arkalarını dönüp gittiler.”5
Niyette cömertlik ve paylaşım güzel olmakla beraber imkânlar elverdiğinde gerçekten fiilî paylaşım hâline gelmesi önemlidir. Çünkü cimrilik nankörlüktür, sorumluluk doğurur.
Cimriliğin duygu ve paylaşım boyutu birbirini tetikler. Mal zengininin duygusal fakirliği ve doyumsuzluğu bu yüzdendir. Cimrinin paylaştığı tek şey, cimrilik ve acı sonucudur. Bir başka ifade ile cimri, cimrilikte paylaşımcıdır. Nitekim şu iki ayet bu gerçeği açıklamaktadır:
“Onlar cimrilik eden ve insanları da cimriliğe teşvik eden, Allah’ın kendilerine bağışladığı zenginliği gizleyen kimselerdir. Biz, bu nankörlere aşağılayıcı bir azap hazırlamışızdır.”6
“Öyle kimseler hem cimrilik eder hem de insanlara cimriliği öğütler. Fakat kim Allah’ın buyruklarından yüz çevirirse şunu bilsin ki, Allah’ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur; her türlü övgüye lâyık olan da O’dur.”7
Öte yandan cimrilik, aslında zarar etmek demektir:
“Siz öyle kimselersiniz ki, Allah yolunda harcamanız istendiğinde, bir kısmınız cimrilik ediyor. Hâlbuki kim cimrilik ederse, kendi zararına cimrilik etmiş olur. Çünkü gerçekten
Allah zengin, siz ise muhtaçsınız.”8
Cimrilik, Allah’a ihtiyaç duymamak fikrine dayanır. Bu ise kulluk konumuna temelden aykırı bir durumdur. Cimriliğin şer/çok kötü olması bu yüzdendir. Sonu ise uçurumdur:
“Ama kim cimrilik eder ve kendisini Allah’a muhtaç görmezse ve en güzel olanı yalanlarsa, ona da kötülük yolunu kolaylaştırırız.”9
Hiç kuşkusuz böyle anlamsız, yersiz ve zararlı bir istiğna duygusuna dayanan cimrilikten Allah’a sığınmak gerekir. Nitekim cömertlikte de örnek ve önderimiz olan Peygamber Efendimizin şu duası bunun en güzel misalini oluşturmaktadır:
“Rabbim! Cimrilikten, tembellikten, çok yaşlanıp bunamaktan, kabir azabından, Deccâl’in oyununa gelmekten, hayatın ve ölümün getireceği huzursuzluktan sana sığınırım.”10
O hâlde infak konusunda insanı en çok etkileyebilecek olan evladüiyal kaygısına ve nefsin cimrilik tutkusuna yenik düşmeden kendi hayrına infakta bulunmak, bilinçli bir Müslüman olmanın sonucu olarak başlı başına bir hayr ve iyiliktir. Zira -ayet-i kerimede bildirildiği gibi- böyle davrananlar “kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.”11
İYİLİK/İHSAN KURUMU: VAKIF
Hayatın her alanında, Müslüman’ın her işinde mutlaka bir ihsan kalitesinin mevcudiyetini, hatta “her şeyi kendine has özellikleri içinde en güzel yapmak” diye ifade edebilecek “ihsan”ın İslam standardı olduğunu yukarıda vurgulamıştık. Şimdi infaktaki ihsan kalitesi ve diğer işlerdeki “ihsan”a örnek teşkil etmesi bakımından vakıf kurumunu ele almak uygun olacaktır. Bu, aynı zamanda iyiliğin kurumlaşma boyutunu değerlendirmek demektir.
Vakıf, Allah’a yakın olma gayesiyle taşınır veya taşınmaz mallarını, dinî, hayrî ve içtimai bir hizmete temelli olarak tahsis etmek ve bunun için gerekli hukuki ve fiziki yapıyı oluşturmaktır. Bu tarif, özelde infaktaki “ihsan”ın, genelde ise ihsan seviye ve kalitesinin ana unsurlarını ihtiva etmektedir. Dikkatlerimizi yoğunlaştırabilmek bakımından bu unsurları maddeleştirelim:
Dinîlik, hasbilik
Süreklilik, dönülmezlik, kurumlaşma
İhtiyaç ya da zamanlama
Yeterlik
Kalite
Dinîlik-Hasbilik: Bu, İslam’da her türlü “hayır”ın temelindeki ana vasıftır. Peşin ya da dünyevi herhangi bir çıkar beklentisinden uzak olmak, yaptığını “Allah rızası için” yapmak demektir. Daha da açıkçası, kimseden bir şey beklemeden faydayı topluma yöneltmektir: “ ‘Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz...’ derler.”(12) ayetinde örneklendirildiği gibi. Vakıf, işte bu ruhun oluşturduğu kurumdur.
Süreklilik, Dönülmezlik, Kurumlaşma: Hayır yapmak, infakta bulunmak kadar, hayra devamlılık sağlamak, onu uzun ömürlü kılmanın yollarını aramak da ihsan kalitesi açısından
büyük önem arz etmektedir.
Vakfın tarifindeki “temelli olarak tahsis etmek” kaydı, ondaki sürekliliği ve dönülmezliği tescil ettiği gibi bunun tabii sonucu olarak infakın ihsan derecesine ulaşmasında kurumlaşma anla-
mının ve hedefinin de bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde “İnsan ölünce, üçü dışında bütün amelleri sona erer; sadaka-ı cariye, yararlanılan ilim,
kendisine (hayır) dua eden çocuk.”(13) buyurmuş, gerçek veya tüzel kişilik kazanmış amellerin, sahiplerine ölüm sonrasında da sevap temin edeceğini duyurmuştur. Bu, iyiliğin kurumlaştırılması tavsiyesidir. Sadaka-i cariye yani süreklilik kazandırılmış, kurumlaştırılmış iyilik en üst seviyede vakıf müessesesinde gerçekleşmiş olmaktadır.
İhtiyaç ya da Zamanlama: Yapılacak hayır ve iyilikte, hayır yapma niyeti kadar, en acil ihtiyacı karşılama vasfı da işin “hayır” olmasında önemlidir. Bir başka ifade ile hangi sahada ihtiyaç
olduğunun tespiti, yapılacak “hayır”ın hayrını arttıracak “zamanlama da isabet” faziletini de o hayra katacak yegâne unsurdur.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Medine’de Müslümanların içecek su sıkıntısı çektikleri hicretin ilk yıllarında Hz. Osman’a “Ecir ve sevabı kendine ait olmak üzere Rûme kuyusunu Müslümanlara vakfet…”(14) tavsiyesi, yapılacak “hayır”da ihtiyaç tespitinin önemini belirten ilk ve peygamberî bir uygulamadır. Ecdadımız da aynı şuur ile kurdukları vakıflarda öncelikle hangi alanda ihtiyaç bulunduğuna dikkat göstermişlerdir. Cami, medrese vakıflarından, iskele, değirmen ve tuvalet vakıflarına kadar uzanan vakıf çeşitleri bunun en güzel göstergesidir. Bu işin prensibi de şöyle tespit edilmiştir: “Vakfın efdali, nâsın kendüye eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu bir şeyi vakfetmektir.”15
Tekrar edelim ki hangi konuda ihtiyaç bulunduğunu tespit etmek, aynı zamanda hayır için en uygun vakti tayin etmek demektir. Bu da infakın, zamanlama açısından ihsan niteliğini teşkil eder. Zira ihtiyaç bulunmayan bir konuda infakta bulunmak ya da vakıf kurmak, -yapılan işin sırf hayır olmasına rağmen- isabetsizlikten hatta lüks bir davranış olmaktan kurtulamaz. Bu da bir anlamda çevreye karşı duyarsızlık ve ümmete ait imkânları yerli yerinde kullanamama, belki de israf etmek olacaktır. Nitekim Peygamber Efendimiz, “Ne tür bir iyilik yapması gerektiğini soranlara”, -Rûme kuyusu örneğinde olduğu gibi- o anda Müslümanların en çok neye ihtiyaçları varsa o konuyu öğütlemiştir. Bu noktadaki Peygamberî hassasiyet, örnek alınmalıdır.
Yeterlik: Yapılan infakın, konuya ait ihtiyacı karşılayacak miktarda olması, bu amaçla kurulacak hayır kurumunun da o çevredeki ihtiyaca cevap verebilecek kapasitede olması, ihsanın bir başka gereğidir. Atalarımız “Verdin mi doyur...” derken bu noktaya dikkat çekmişlerdir. Kişinin ya da kuruluşun kendi öz kaynaklarına göre yapacağı iyiliğin elbette bir sınırı olacaktır. Ancak bu konuda sınırı, ihtiyaç sahibinin ihtiyacı tayin etmelidir. Yapılan iyiliğin doyurucu olması buna bağlıdır.
Kalite: İnfakta ve tasaddukta asıl kaliteyi tayin eden unsur, verenin bu işi seve seve ve sevdiklerinden vermesidir. Şu ayet gayet açık ve net olarak meseleye ışık tutmaktadır: “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz... 16
Şuna da işaret edelim ki sevilenlerden seve seve infak etmek, karşıdakini kırmadan, rencide etmeden belli bir nezaket ölçüşü ve davranışı içinde infak etmeyi de gerektirir. Hayrın ihsan derecesine ulaşması bakımından belki de en önemli nokta budur. Yapılan iyiliği başa kakmak, muhatabı sözlü olarak veya davranışlarla rencide etmek, yapılan “hayır”da “hayır” bırakmaz. Bu sebeple vakıflar, birer kurum olarak, bu türlü ham ve nahoş harekete aslında imkân vermeyen bir niteliğe sahiptir. Bu yönleriyle de infakta ihsan kalitesine ulaşmışlardır.
Bu kurumlarda görev alıp hayra aracılık yapmakta olanların iyiliği de herhâlde yukarıdan beri saydığımız ihsan/iyilik/güzellik unsurlarına kişisel davranışlarıyla tam bir uyum sağlamak
olacaktır.
Ahmed b. Hanbel’in rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Kul, işinde kusur ettiğinde (dikkatli davranıp gerekli itinayı göstermediğinde) Allah onu üzüntü ve elemle cezalandırır.”(17) buyurmakta, işlerde ihsan kalitesine dikkat etmemenin bedelinin kişisel planda bile oldukça yüksek olduğunu duyurmaktadır.
İnfakın ve ihsanın karşılığının mutlaka görüleceği muhtelif ayet-i kerimelerde bildirilmiştir. Bu konuda en küçük bir tereddüde yer yoktur: “… Doğrusu Allah iyilik yapanların ecrini zayi etmez. Allah yaptıklarının karşılığını en güzel şekilde kendilerine vermek üzere, az veya çok infak ettikleri her şey, yürüdükleri her yol, onların lehine mutlaka yazılır. (Neticede) Allah onları işledikleri amellerin en güzeli ile ödüllendirir.”18
Bu kesinlik içinde, Peygamber Efendimizin şu duasıyla sözlerimizi bitirelim:
“Allahım, hayırlar işlemeyi, kötülükleri terketmeyi, fukarayı sevmeyi ve bana mağfiret ve rahmet buyurmanı senden dilerim.”19
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN
1 Teğâbün, 64/15-16.
2 bk. Bakara, 2/272. (“Yaptığınız her hayır kendiniz içindir.”)
3 Âl-i İmrân, 3/180.
4 bk. İbrâhîm, 14/34; Nahl, 16/18.
5 Tevbe, 9/75-76.
6 Nisâ, 4/37.
7 Hadîd, 57/24.
8 Muhammed, 47/38.
9 Leyl, 92/8-10
10 Buhârî, Tefsîr, 16/1.
11 Teğâbün, 64/16.
12 İnsân, 76/9.
13 Müslim, Vasiyyet, 14; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36; Ahmet
b. Hanbel, Müsned, II, 372.
14 bk. Köksal, İslâm Tarihi (Medine Devri) l, 193-194.
15 Ö. Hilmi, İthâfü’1-ahlâf, 15
16 Âl-i İmrân, 3/92.
17 Kitabü’z-zühd, 16.
18 Tevbe, 9/120-121.
19 Tirmizî, Tefsîr, 38/4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 243.
Yorumlar
Kalan Karakter: