İYİLİK AYI RAMAZAN
HAYRA ÇAĞRI: EMİR Bİ’L-MA’RUF VE NEHİY ANİ’L-MÜNKER, TEBLİĞ VE İRŞAD HİZMETİ
2. BÖLÜM
Büyük Sorumluluk
Hadis-i şerif, İslam mesajının doğru ve güzel takdiminde sünnet-i seniyyenin tartışılmaz yerini tescil ederken, bunun büyük bir sorumluluk olduğunu, belli esaslara uyulması hâlinde Hz. Peygamber’in duasına muhatap olunacağını haber vermekte ve müjdelemektedir. Öte yandan hadisimizin üstü kapalı olarak ihtiva ettiği tehdit, diğer hadislerde açıkça ifade edilmiş bulunmaktadır.
O hâlde bu “doğru ve güzel tebliğ” sorumluluğunun üstesin den gelebilmek için önce bir hadis ravisinin duyduğu mesuliyeti duymak yani örneği daima sünnetten seçmek ve onu aslına uygun şekilde ortaya koymaya çalışmak gerekmektedir. Bunun için de derin ve yeterli bir sünnet-i seniyye yani peygamberî usul bilgisine ihtiyaç vardır.
İslam’ın tanıtımı konusunda bilgilendirme, özendirme ve yaşanır hâle getirme merhalelerinde, muhatabların bilgi sevi yelerinin, şartlanmışlıklarının ve inançlarının dikkate alınması gereklidir. Her alanda olduğu gibi bu konuda da Hz. Peygamber’in tebliğ usulünü ve nezih hayatını daima göz önünde bulundurmak ve rehber edinmek hizmetin tabiatı gereği ve olmazsa olmaz ilkesidir.
Öncelik
İnsanların inanç ve düşünce dünyalarının birçok yönden olumsuz etkilendiği günümüz şartlarında, Hz. Peygamber’in Mekkeli müşriklere İslam’ı tanıtırken takındığı tavrı öncelikle dikkate almak ve İslam’ın inanç sistemini mümkün olduğunca açık ve anlaşılır biçimde, güzel bir üslup ile anlatmaya bakmak gerekmektedir. Zira şirk ve küfür, en büyük darbeyi dün olduğu gibi bugün de tevhid inancının bütün çıplaklığı ve gerçekliği ile ortaya konulmasından yiyecektir. Yani, kişiler veya gruplar üzerinde değil, ilkeler ve temel esaslar üzerinde konuşulmalı, dinleyenler ve izleyenler, önce evrenin tek ve mutlak gerçeği tevhid-i Bâri hakkında bilgilendirilmeye çalışılmalıdır. Tabii Müslüman bir mübelliğ ciddiyeti, firâseti, mahareti ve nezaheti içinde. Unutulmamalıdır ki tebliğ, güncel ifade ile bir diplomasi meselesidir.
İslam’ı kendine ait sistem bütünlüğü, özelliği ve hatta ayrıcalığı içinde tanıtma imkânı bulunmayan zemin ve programlara rağbet etmenin fayda yerine zarar doğuracağı göz ardı edilmemelidir. Son zamanlarda çoğu basın yayın organlarında ve sosyal medya mecralarında gerçekleştirilen İslam ile ilgili programlar maalesef içerik ve uslûp olarak tartışmaya açıktır. Artık işi bile nine havale etmek çizgisine gelinmelidir.
İslam’ın doğru ve güzel anlatımında “süreklilik” ve “tatlılık” olmalıdır. Hemen her fırsatta, fitne uyandırmadan sevdirmeyi esas alan bir üslup ile sadece ama sadece İslam anlatılmalı. Zira unutulmamalıdır ki “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” Yine “Bir kilo bal, bir küp sirkeden daha fazla sinek toplar.”
Muaz b. Cebel radıyallahu anh’ diyor ki Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem beni (Yemen’e vali olarak) gönderirken şu uyarılarda bulundu:
“(Ey Muaz,) şimdi sen kitap ehli bir topluluğa görevli olarak gidiyorsun. (Oraya vardığında) onları Allah’tan başka ilâh olmadığına benim de Allah’ın elçisi olduğuma şehâdet getirmeye davet et. Eğer (sana itaat ile) bunu itiraf ederlerse, Allah’ın onlara günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu da kabul ile itaat ederlerse, Allah’ın kendilerine, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek zekâtı farz kıldığını bildir. Buna da itaat ederlerse, sakın mallarının en kıymetlilerini alma. Mazlumun bedduasını almaktan sakın. Çünkü mazlumun bedduası ile Allah’ın arasında herhangi bir perde/engel yoktur.” (1)
Tarihî kaynaklar Hz. Muaz’ın hicretin dokuzuncu yılın da Tebük Seferi sonrasında Yemen’in Cened bölgesine vali ve zekât âmili olarak gönderildiğini bildirmektedir. O zamanlarda Yemen’de değişik dönemlerde oraya gelmiş Yahudi ve Hristiyanlar bulunmaktaydı.
Hz. Peygamber, Muaz radıyallahu anh’ı böylesi bir topluluğa gönderirken önce ona görevlendirildiği yöre insanlarının en bariz vasıflarını hatırlatmış ve sonra da onlara yapacağı tebliğin sırasını çok net bir şekilde açıklamıştır.
Hz. Peygamber’in “Şimdi sen kitap ehli bir topluluğa görevli olarak gidiyorsun.” buyurması, İslam’ı tebliğde muhatap ve çevreyi tanıma gereğine işarettir.
“Onları Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın elçisi olduğuma şehadet getirmeye davet et.” buyurması, muhatabların itikadına göre tebliğde öncelikler tespit etmek ve ona göre bir program uygulamak lazım geldiğini göstermektedir. Çünkü bilindiği gibi Yahudi ve Hristiyanlar Allah ve peygamber inancına sahiptiler. Ancak onlardan Yahudiler, tanrıyı sadece kendilerine tahsis ediyor; Hristiyanlar da üçlü bir Allah inancına sahip bulunuyorlardı.
Kur’an-ı Kerim, Yahudilerin, “Üzeyr Allah’ın oğludur.” (2) de diklerini; Hristiyanların da “İsa Allah’ın oğludur.” (3) iddiasında bulunarak şirke düştüklerini bildirmektedir. Yani Allah ve peygamber inancına sahip bulunmalarına rağmen onlardaki hastalık bunların algılanmasında idi. İşin aslına ait bir inkâr söz konusu değildi. Bu sebeple de kendilerine götürülecek İslam daveti, onların yanıldıkları noktadan başlamak gibi bir öncelik taşımalıydı.
Nitekim Allah Teâlâ da Hz. Peygamber’e ehl-i kitaba yönelik olarak böyle bir davette bulunmasını emretmekteydi: “De ki, “Ey kitap ehli! Bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye / ilkeye gelin. Yalnız Allah’a kulluk edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım; Allah’ı bırakıp birimiz diğerini rab edinmesin.” (4)
Bilindiği gibi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, ehl-i kitaptan olan kabile ve devlet başkanlarına yazdığı davet mektuplarında daima bu ayet-i kerimeye yer vermiş ve böylece ayetin verdiği talimata uymuş ve bu istikamette uygulamada bulunulmasını hem fiilî hem de kavlî sünnet olarak ortaya koymuştur.
Peygamber Efendimizin hicretin dokuzuncu yılında gönderdiği bir valisine, muhataplarını tanıma ve ona göre öncelikli tebliğde bulunmasını tavsiye buyurması ve hatta duyuracağı İslam esasları arasında bile bir sıralama bulunması gereğini belirtmesi, günümüzdeki din hizmeti ve tebliği açısından fevkalade önem arz etmektedir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, Hz. Muaz’a, İslam imanını (tevhid) ikrar etmeleri hâlinde ehl-i kitaba önce beş vakit namaz farzını, onu da kabullenmeleri hâlinde zekât farizasını duyurmasını emretmesi, İslam esaslarının tebliğinde bile bir sıra yani öncelik uygulamasının bulunması gerektiğine işârettir. Bu sıra ve öncelik, İslam’ın sistemleşmesindeki öncelik ve sıra olabilir. Bunun için de “İslam Teşri Tarihi”nin yani İslam’ın Hz. Peygamber zamanında hangi sıra ile bütünlendiğinin, hükümler arasındaki öncelik-sonralık irtibatının bilinmesi gerekecektir.
Kelime-i şehadeti benimseyenlerin beş vakit namazı kılmaları sonra da zekâtı vermelerinin istenmesi, kalp-nefis-mal üçlüsü arasındaki etkilenme ve ilgiyi dikkate sunmaktadır.
İslam’a inanmayan insanın, İslam esaslarıyla yükümlü ol maması ne kadar tabii ise İslam’ı kabul ettiğini söyleyen kişinin öncelikle İslam’ın bel kemiği ve baş ibadeti olan namazı bizzat icra etmesi, yani bütün varlığıyla inancına “evet” dediğini hem kendisine hem de çevresine anlatması, mali mükellefiyetlerini yerine getirme iradesi kazanmasını kolaylaştıracaktır. Namaz kılmamasına rağmen zekâtını veren kaç Müslüman vardır? Ama doğru olmamakla beraber, namazını kıldığı hâlde zekâtını vermekte kusurlu davranan Müslümanlar bulunmaktadır. O hâlde tekrar edelim ki İslam bir öncelikler sistemidir, İslam tebliğcileri de bu öncelikleri dikkate almakla yükümlüdür.
Hadis-i şerifte İslam esaslarının tamamının sayılmamış olması, onların tebliğde yerlerinin olmadığı anlamına gelmez. Hz. Peygamber, bu esasların duyurulmasında, aralarında bir öncelik sırası bulunduğu fikrini Muaz’a hatırlatacak kadarıyla iktifa etmiş, bir başka ifadeyle, muhatablar (Yemenliler) açısından daha önemli ve acil olanları saymaktır. Zaten Hz. Peygamber’in sürekli uygulaması da bu yönde idi. Muhatapları için öncelik ve ivedilik arz eden hususları kendilerine duyururdu. Nitekim kendisine sorulan aynı konudaki sorulara verdiği değişik cevaplar, hep “muhatap unsuru”nu dikkate almasından ileri geliyordu.
Âlimlerimizin “tertip” dediği bu öncelik fikri ve uygulama sının, memleketimizdeki tebliğ hizmetlerine, bir tebliğ haritası hazırlamak olarak yansıması, hiç kuşkusuz hizmetlerin daha kolay ve etkili yürütülmesine zemin hazırlayacaktır.
Unutulmamalıdır ki öncelikli tebliğ, bizzat ve başlı başına bir tebliğdir. Öncelikleri olmayan bir tebliğ faaliyeti etki ve başarıyı aramayan bir girişimdir.
ZAMANLAMA
Tebliğin “tevhid”i öncelemesi kadar önem arz eden bir başka konu da tebliğde zamanlama meselesidir.
Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh, “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bizi bıktırmamak için öğüt vermekte en uygun zamanı kollardı.” (5) demektedir.
Hemen her alanda en güzel örneği önümüze koymuş bulunan Sevgili Peygamberimizin tebliğ ve irşadda, etkiyi arttırıcı bir özellik olan zamanlama konusuna nasıl itina gösterdiğini âlim sahabi Abdullah İbni Mes’ûd’un bu beyanından öğrenmekteyiz. Aslında İbn Mes’ûd hazretleri, Efendimizin bu davranışını bize sadece nakletmekle kalmamış, kendisi de bizzat bu gereğe uygun davranmıştır. Ebû Vâil anlatıyor:
Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh her perşembe günü halka öğüt verir, vaaz-u nasihatta bulunurdu. Biri ona:
-Ey Ebâ Abdirrahman, bize her gün nasihatta bulunmanı ne kadar isterdim, bir bilsen? dedi. O da şu karşılığı verdi:
-Size bıkkınlık vermek istemeyişim beni bundan alıkoyuyor. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bize bıkkınlık vereceği endişesiyle, öğüt konusunda nasıl bizim durumumuzu kolluyor idiyse, ben de sizin uygun zamanınızı gözetiyorum.” (6)
Topluma yönelik her türlü faaliyette başarı için “zamanlama” nın çok önemli olduğu genel kabul gören bir gerçektir.
Sırf hayır ve iyilik olan işlerde bile zamanlama, bazen yapılacak hayr ve iyiliğin kendisi kadar, hatta daha da büyük bir hayır ve iyilik olabilmektedir.
Tebliğ ve irşad İslam’ı insana ulaştırmak ve anlatmaktır. İslam da insan da tebliğ ve irşad da bıkkınlığı kaldıramaz. Bu sebeple zamanlama din telkinini ve öğretimini mesele edinenler tarafın dan, vazgeçilmez bir usul olarak benimsenmelidir. Aksi hâlde, sırf zamanlama kusuru sebebiyle etkisizlik ve muhatabı bıktırma gibi irşad ve eğitimin asla hazmedemeyeceği bir olumsuzluk ortaya çıkar. Oysa dikkatle seçilmiş zamanlarda verilecek hizmet, program ve disiplin fikrini de beraberinde getirecektir. Çok şey söylemek ve sürekli söylemek, sanıldığının aksine bıktırıcı ola bilir. Az, öz ve belli zamanlarda gerçekleştirilecek irşad ve eğitim faaliyetleri uzun vâdede daha etkili ve yönlendirici olacaktır.
Hadisimizde halka yönelik umumi irşad faaliyetinin zamanı, haftada bir kez olarak tespit edilmektedir. Hz. Peygamberin fiilî sünneti budur.
Tabiatıyla bu, bir haftalık süre içinde hiç başka bir tebliğ ya da irşadda bulunulmayacak demek değildir. Belli gruplara bir haftalık aralıklarla tebliğde bulunmak gerektiğini göstermektedir.
PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN
DİPNOTLAR
- Müslim, Îmân, 29; Buhârî, Tevhîd, l; Zekât, l; Ebû Dâvûd, Zekât, 5; Nesâî, Zekât, 46; İbn Mâce, Zekât, l; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 233.
- Tevbe, 9/30.
- Tevbe, 9/30.
- Âl-i İmrân, 3/64.
- Buhârî, İlim, 11.
- Buhârî, İlim, 12.
Yorumlar
Kalan Karakter: