Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN
İYİLİK AYI RAMAZAN
RAMAZAN VE İYİLİK
İlk iki bölümde Ramazan ayının ve iyilik kavramının Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyyedeki yerine yönelik bazı tespitlere yer vermeye çalıştık. Bu bölümde ise Ramazan
ve iyilik konusuyla ilgili bazı değerlendirmelerde bulunmak istiyoruz.
Önce iyilik kavramı üzerinden Ramazan ayının nasıl bir ortam oluşturduğuna yönelik birkaç cümle ile özel bir giriş yapalım.
Ramazan ayı;
İyilik niyetinden başlamak üzere iyilik etkinliklerinin arttığı,
İyilik duygularının yaygınlaşıp toplumu büyük ölçüde sardığı,
İyiliklerin değerinin diğer zamanlara göre katlandığı,
İyilik imkânlarının arandığı ve arttırılmaya çalışıldığı,
“İyilik vakti” kavramının fark edilip değerlendirildiği,
Toplumun duygu, söylem ve eylem olarak yenilendiği
Kötülük, suç ve hataların azaldığı,
Zarar ve zararlıların sınırlandırıldığı,
Şeytan, nefis ve dünya gibi olumsuz etki odaklarının etkisizleştiği,
İslam, iman ve ihsan değerlerinin topluca ve toplumca fiilen yaşanma oranlarının yükseldiği,
Özdenetimin en üst seviyeye ulaştığı,
Maddi ve manevi yönden sağlık kazanıldığı,
Hasılı her yönüyle tam bir iyileşme ve iyilikleri paylaşma ayı anlamındadır.
Bütün bunlar, Müslüman vaktinin hayır ve bereketi olarak oruç tutan tutmayan herkesin farkına vardığı bir kutlu gerçekliğin göstergeleridir.
O hâlde böyle bir ortamda ilk cümlemizi kurup ilk başlığı-
mızı belirleyelim:
İYİLİĞİN KÜÇÜĞÜ OLMAZ
“İyilik Ayı Ramazan” başlığını taşıyan bir kitap çalışmasında işaret edilmesi gerekli noktaların başında “İyiliğin küçüğü büyüğü olmaz, eğer yapılan gerçekten iyilikse küçük iyilik yoktur.” cümlelerinin ortaya koyduğu gerçek gelmektedir. Aslında mutlak olarak hayatta “Küçük şey yoktur.” demek de mümkündür.
“Allah Teâlâ her şeyin yaratıcısıdır (hâliku külli şey). “Allah’ın yarattığı şey”e, cirmine, cinsine, işlevine bakılmaksızın görüntüsü küçük bile olsa- küçük denilemez. Zira “büyük”ü de “küçük”ü de O yaratmıştır. O hâlde Allah’ın yarattığı her şey azizdir, kıymetlidir, büyüktür.
Aynı şekilde “Allah rızası için” yapılan iyilik de küçük değildir. Ona -miktarına veya ederine bakılıp- küçük denilemez. İyilik, en küçük biriminden en büyüğüne kadar iyilik olması dolayısıyla büyüktür, önemlidir, takdire değerdir.
Allah kelamı Kur’an-ı Kerim’de bir satırlık sure de vardır, yüzlerce ayet-i celileden oluşan sayfalarca hacme sahip sure de. Yani kısa veya uzun sure vardır ama küçük veya büyük sure yoktur. Allah kelamı olarak hepsi aynı büyüklüğe/azamete sahiptir ve dolayısıyla da aynı saygı ve tazime layıktır.
İyiliği küçümsemek, eğer görüntüye aldanmaktan veya cehaletten kaynaklanmıyorsa, iyilik yapmaktan kaçmak için şeytani bir bahanedir. Çünkü şeytan insanı fakir düşersin diye korkutur.(1)
Konuya yönelik olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin şu beyanı oldukça dikkat çekicidir: “Din kardeşini güler yüzle karşılamak gibi (tabii) bir iyiliği bile sakın küçük görme!”(2)
Gerçekten birçoğumuz, küçük şeyleri “iyilik” olarak değerlendirmemek yanılgısına düşeriz ve böylece dindeki iyilik imkânlarını kullanamayız. Bu ise giderek yozlaşan bir günlük yaşantıyı gündemimize getirmektedir. Oysa iman uyanıklığı ve şuuru içinde yaşayanlar, kimsenin tahmin etmediği birçok noktada iyilik ve hayır işleme fırsatı bulurlar.
İyiliksever olmak, mutlaka büyük iyilikler yapmak demek değildir. Küçük olsun büyük olsun iyiliğe tam bir iyilik birimi olarak bakmak gerekmektedir.
İyiliği iyilik olarak takdir etmek ve yerine getirmek lazımdır. Bu hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimiz, büyük sahabi Ebû Zer hazretlerine hitaben hiçbir “maruf”un yani Allah’a itaat ve
insanlara iyilik ve ihsan olarak bilinen hiçbir şeyin küçük görülmemesini, azımsanmamasını tenbih etmektedir. “Din kardeşini güler yüzle karşılamak gibi tabii bir davranış olsa bile” diye çok çarpıcı bir örnek vermektedir.
Hadis-i şerifin bir başka rivayeti de şöyledir: “Her maruf/meşru ve güzel şey sadakadır. Din kardeşini güler yüzle karşılaman da maruftandır.”(3)
Din kardeşini güler yüzle neşeli bir şekilde karşılamak onu sevindirir ve içini rahatlatır. Bir mümini sevindirmek ise hiç şüphesiz başlı başına büyük bir iyiliktir.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir başka hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Ey Müslüman hanımlar! Hiçbir komşu hanım, bir koyun paçası bile olsa, komşusuna vereceğini küçük gör (üp vermemezlik et)mesin.”(4)
Hadis-i şerif “Hiçbir komşu kadın, bir koyun paçası bile olsa komşusunun hediye ettiği şeyi küçümsemesin.” diye de tercüme edilebilir.
Her iki anlamı birleştirerek “Ey Müslüman kadınlar! Komşu hanımlar birbiriyle hediyeleşmeyi küçümsemesin! Alıp verdikleri şey bir koyun paçası bile olsa!..” diye anlamak mümkündür.
Firsin, koyun tırnağı anlamında da kullanılmaktadır. Aslında devetabanı demektir. Dilimizde “paça” denilir. “Koyun paçası” (veya koyun tırnağı) hediye etmek âdet olmadığı için burada hediye edilecek şeyin azlığı abartılı şekilde ifade edilmiştir. Yani ne kadar küçük ve az olursa olsun, komşular arasında hediye alıp verme iyiliğinin ihmal edilmemesi istenmektedir.
İmam Müslim’in Sahih’inde bu hadis-i şerife “Az bir şey de olsa sadaka vermeyi teşvik, azımsayarak küçük bir şeyi vermekten geri durmamak” başlığı altında yer verilmiş, isabet edilmiştir. Hiç kuşkusuz hediyeleşmek iyilik yapma niyet ve düşüncesine dayanır. Böyle olunca veren de alan da hediyeyi küçük görmemelidir. Çünkü iyiliğin küçüğü olmaz.
Esasen hediyede de iyilikte de ölçü, verilenin ihtiyacı ya da arzusu değil, verenin imkân ve cömertliğidir. Halkımız, “az veren candan, çok veren maldan” diyerek bu noktaya işaret etmektedir. “Dostum beni ansın da isterse soğan kabuğu ile ansın.” sözü de hadisimizdeki ölçünün kültürümüze yansımasından ibarettir.
Komşuluk ilişkileri daha çok hanımlarca yürütüldüğü ve alınıp verilen şeylerin küçümsenmesi, azımsanması, hatta dedi-kodu vesilesi yapılması çoğunlukla hanımlar arasında söz konusu olduğu için hadis-i şerifte doğrudan Müslüman hanımlara hitap edildiği anlaşılmaktadır. Uyarı, birinci dereceden muhataplarına yöneltilmiş gözükmektedir.
Yapılan iyiliğin verilen hediyenin küçümsenmesi veya azımsanması giderek bu iyiliğin terk edilmesiyle sonuçlanır. Oysa küçük de olsa iyilik iyilik olarak takdir edildiği ve teşekkürle karşılandığı sürece onun artması ve büyümesi en azından devam etmesi sağlanmış olur.
“Zerre kadar iyilik yapanın onun karşılığını göreceği”(5) gerçeği asla akıldan çıkarılmamalıdır. Çünkü iyilik, iyiliktir; karşılığını görmek bakımından da iyiliğin büyüğü küçüğü olmaz.
İyiliğin karşılığını verecek olan gerçek ve mutlak büyük olan Allah’tır. O dilerse iyiliğin en küçük birimine de en büyük iyilik karşılığını verir. O hâlde kula düşen “iyiliğin küçüğü olmaz deyip” yapabileceği iyiliği yapmak, kendisine yapılan iyiliği de aynı şekilde “iyilik” niteliği içinde kabul edip takdir ve teşekkürle karşılamaktır.
Özellikle her iyiliğin karşılığının kat kat arttığı Ramazan gibi bir lütuf ve bereket ayında her iyiliğin büyük olduğu inancıyla hareket etmek sonuçta gerçekten büyük iyilikler yapmış olmakla
neticelenecektir. Bir SMS karşılığında 15-20 lira bağışta bulunanların her birinin, o çağrıya katılanların tümü kadar iyilik yapmış gibi Allah katında muamele görmesi ihtimal ve umuduna
herhangi bir engel bulunmamaktadır.
Böylesi bir ihtimal bile “İyiliğin küçüğü olmaz.” demek için yeterli olsa gerektir.
1 Bakara, 2/268.
2 Müslim, Birr, 144. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Libâs, 24; Tirmizî, Et’ime, 30.
3 Tirmizî, Birr, 45.
4 Buhârî, Hibe, 1, Edeb, 30; Müslim, Zekât, 90. Ayrıca bk. Tirmizî, Velâ, 6.
5 bk. Zilzâl, 99/7.
RAMAZAN GÜNLÜKLERİ - I
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI
MÜSLÜMAN VE ŞÜKÜR
Sözlükte “karşılığını vermek, yapılan iyiliği dile getirmek ve sahibini övmek” anlamına gelen şükür, ahlak kavramı olarak “yapılan iyiliğin kadir ve kıymetini bilip makbule geçtiğini dile getirmek, iyilik edeni övmek, nankör olmamak” demektir. İnsan, Allah’ın lütuf ve nimetlerini dile
getirirse, O’nu överse şükretmiş olur. Ancak esas şükür, verilen nimetleri yerli yerince kullanmaktır. Bu da nimeti bilme, elde edilen nimetten dolayı sevinç duyma, nimete karşılık olarak yapılması gerekeni dil, beden ve kalp ile yerine getirmek suretiyle olur. (1)
Şükür, Kur’an’ın oldukça sık kullandığı kavramlardan biridir. Yaratılışında nankörlüğe ve unutkanlığa meyilli olan insana Allah Teala, hamd ve şükür olgusunu hayatının bir parçası hâline getirmesini hatırlatmaktadır. Birkaç örnek verelim: “Hatırlayın ki, Rabbiniz şöyle ilan etmişti: “Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım. Fakat nankörlük ederseniz, muhakkak ki, benim azabım çok şiddetlidir.”(2); “Siz beni anın; ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.”(3)Allah Resûlü (s.a.s.) de “Yiyip (Allah’a) şükreden,
oruç tutup (açlığa) tahammül eden kişi derecesindedir.” (4); “Sizin Allah’a en çok şükredeniniz, insanlara en çok müteşekkir olanınızdır.”(5) demiştir.
Allah’ın nimetleri o kadar çok ki, her şeyden önce kendi varlığımız ve varlığımızın tezahürleri sağlığımız, vücut azalarımız, duyu organlarımız, aklımız, alıp verdiğimiz nefesimiz vs.
büyük nimetlerdir. Sonra içinde yüzdüğümüz dünyevi nimetler, yediklerimiz, içtiklerimiz, giydiklerimiz, gezip dolaşarak haz aldığımız çevremiz vs. Bütün bunlar bize verilirken hiç-
bir karşılık alınmamakta, sadece iman, ibadet, Hakk’ı tavsiye, sabrı tavsiye istenmektedir.
Şükrün en muhteşem ifadesi secde hâlidir. Çünkü secde, kulun Rabbine yaklaştığı en önemli andır. Nitekim Alak Sûresi’nin son ayetinde “secde et ve yaklaş” denilmektedir. O zaman şunu söylememiz mümkündür: Secde namaz içinde olan bir hareket olduğuna göre, şükrün en önemli ifadesi namazdır. Zira namaz dinin direğidir.(6) Sonra oruç, zekât, hac ve diğer
ibadetler. Bir gün Hz. Aişe (r.a) validemiz, Resûlullah Efendimiz ile sohbet ederken onun oldukça yorgun ve yıpranmış olduğunu fark edince dayanamaz ve şöyle der: Ya Rasûlellah, ne olur
namazını biraz azalt, zira kendini çok yıpratıyorsun”. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) hüzünlenir ve Hz. Aişe’ye şöyle der: “Ya Aişe, ben Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?”(7) Aişe (r.a) validemizin bu sözünün bir sebebi vardı. Resûlullah Efendimizin yükü o kadar ağırdı ki, esasında vahyin gelmesi ve onu taşımak durumunda olması bir insana (ki o ancak Peygamber olmalı) verilebilecek en ağır vazifeydi. Kaldı ki, vahyin tebliğ edilmesi, kabul etmeyenlerin zulüm ve hakaretleri karşısında çektiği çile, Din ile ilgili her şeyin öğretilmesi vs. Bütün bunların yanında ibadete düşkünlüğü, gece namazını terk etmemesi. Zeyd bin Sâbit anlatıyor: “Resûlullah’ın
(s.a.s.) yanında oturuyordum. Bu esnada ona vahiy geldi. Dizi benim dizimin üzerindeydi. Vallahi o ana kadar Resûlullah’ın dizinden daha ağır bir şey hissetmemiştim. Neredeyse dizim ezilecek sandım.”(8) İşte bu sebeple Müslüman ibadet anlayışını “günah çıkarma” amaçlı yanlış bir mantık üzerine değil, “ben Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” haykırışı üzerine oturtmalıdır.
1 Mehmet Canbulat, Dini Kavramlar Sözlüğü, s. 543
2 İbrahim, 44/7
3 Bakara, 2/152
4 Tirmizi, Kıyamet, 44
5 Ahmed, 5/212
6 Acluni, Keşful Hafa, cilt. 2, s.31
7 Buhari, Teheccüd, 6
8 Ahmed, V, 190-191
Yorumlar
Kalan Karakter: