CAMİLER VE DİN GÖREVLİLERİ HAFTASI MÜNASEBETİYLE MERHUM BABAM “GEDİZLİ AHMET HOCA”
Camiler, mezhep, tarikat, cemaat ayırımı olmaksızın müminlerin Allah’ın huzurunda cem olduğu, toplandığı mekânlardır. Bunun için camilere “Allah’ın evi” gözüyle bakılır ve ona göre ihtimam gösterilir. Dünden bugüne atalarımız camilere ayrı bir gözle bakmış ve ayrı bir önem vermiştir. Atalarımızın inşa ettiği camiler, külliye ve vakıf müesseseleriyle birlikte yaşamış, yaşatılmış ve Müslüman Türk’e özgü bir kimlik kazanmıştır. Geçmişten bugüne camiler, müminlerin namaz kıldığı bir mekân olmalarının yanı sıra toplumun eğitiminden sağlığına, barınmasından beslenmesine, sosyal hayatından askeri ihtiyacına kadar toplumun her türlü faaliyetinin icra edildiği merkez olarak görülür. Camiler, cemaatiyle ve din görevlileriyle birlikte bir bütünlük arz eder vec anlam kazanır. Cemaatsiz cami sessiz ve hüzünlüdür. Son cuma hutbesinde, camilerde cemaatin azlığından söz edildi. İktidarı ve muhalefetiyle siyasilerin, Milli Eğitim Bakanlığının, Diyanet İşleri Başkanlığının, din görevlilerinin ve cami cemaatinin, siyasi beklentilerden uzak ve samimi hislerle konunun üzerinde durması gerekir. Bu, hepimiz için dini ve milli bir görevdir. Cami adabını ve zevkini küçük yaşlarda, köyümüzün mektebinde ve merhum babamın imamlık yaptığı köy camilerinde aldım. İlk dinî bilgileri, ilkokula başlamadan önce, babamdan ve köyümüzün cami bahçesindeki “Mektep”te cami hocasından edindim. Hocanın önünde dizüstünde kıraat etmeyi, hocanın elindeki fındık ağacından yapılmış “te’dib çubuğu”nu ve mektebin tahta kapısı arkasında -evlerde duvarda asılı duran tüfek gibi- asılı meşe ağacından yapılmış “falaka”yı o sıralarda tanıdım. Çocukken sık sık hasta olur, Gediz’e doktora götürülürdüm. Yolculuk sırasında babam yürür beni eşeğe bindirirdi. Dağlardan tepelerden aşarak, komşu köylerden geçerek ulaştığımız Gediz’e varıncaya kadar babam ezberinden kuran okurdu. O zamanlar bir mana veremediğim, zaman zaman ağlayışını uzun yıllar sonra anladım. Meğer merhum babam, okuduğu ayetlerin anlamını anlayabilecek kadar da Arapça bilirmiş. İmam hatipte, ilahiyatta okumayan merhum babam, köyümüzden üç arkadaşıyla birlikte köyümüze yakın başka bir köyde bir molladan eğitim alarak yetişmiş. İlköğretimi yapamamış, Latin harflerini okuma-yazmayı da askerlik yaptığı yıllarda öğrenmiş. Köylerde imamlık yapmak istiyor, ancak elde ne bir diploması var ne bir belgesi. 6-7 yaşlarımda olduğum bir zamanda babam, köyümüz Cebrail’e sınır, Murat Dağları karşısındaki Göynük köyünün imam aradığını öğreniyor ve bir cuma günü gidip görüşüyor. Cuma hutbesini okuyan ve namazı kıldıran babamı köy ihtiyar heyeti ve köyde sözü geçen orman yangın gözlemcisi Ahmet Ağa beğeniyor. Ancak babamın elinde imamlık yapacak bir belgesi olmadığı için köyün sığırını güdecek “sığırtmaç” olarak anlaşıyorlar. Annem ve ablalarım köyümüzde kalıyor. Babam beni de alarak Göynük köyüne gidiyoruz. Köy odasının bir odası bize veriliyor. Sabahları toplanan köyün sığırlarını babamla birlikte yaylıma çıkarıyoruz. Babam öğle ve ikindi namazlarını kıldırmak için köye dönüyor. İkindiden sonra yaylaya gelerek sığırları toplayıp köye dönüyoruz. Bu durum nice acı tatlı hatıralarla dolu bir yıl sürüyor. Babam, bu zaman içinde Gediz Müftülüğünün düzenlediği kursa katılıyor. Zamanın Gediz Müftüsü İmadeddin Türe imzalı, mühürlü ve 16/4/1963 tarihli “T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı Tekamül Kursu Belgesi”ni alıyor. “Vazifesi imametlik: Gediz’in Cebrail köyünden İsmail oğlu 1338 doğumlu Ahmet Sarı yapılan (...yırtık) ehliyet yoklamasında iktidarı kâfi görülerek Göynük köyü camisinde beş vakit namazları kıldırmak üzere işbu imametlik vesikası yedine verildi” yazısı ile adı geçen köye imam olarak görevlendiriliyor. Merhum babam, ailemizi de getirdiğimiz bu köyde bir yıl daha imamlık yapıyor ve bir yıl sonra köyümüze dönüyoruz. İlkokul birinci sınıfı köyümüzde okuyorum. Babam bu sıralar imamlık yaptığı Göynük köyüyle sınır Çomaklar köyünde imamlık yapmaya başlıyor ve ailecek taşınıyoruz. Köye ilkokul o yıl açılıyor ve bütün öğrenciler birinci sınıf. İkinci sınıf öğrencisi olarak tek ben varım. Öğretmenin masası yanına benim için bir sıra çekiliyor, duvara da üzerinde “ikinci sınıf” yazılı küçük bir tahta parçası çakılıyor. Gerek bu durum gerekse öğretmenin olmadığı zamanlarda sınıftan benim sorumlu olmam doğal olarak hoşuma gidiyor. Bu köyde bir yıl kalıyoruz. Babamın hayalinde, köylülerimizin yazları çalışmaya gittikleri Turgutlu (Kasaba) var idi. Babam bu defa Ankara İzmir yolu olarak bilinen yol üzerindeki Uşak’ın Mıdıklı (Güneli) köyünde imamlığa başladı ve oraya taşındık. İki yıl kaldığımız, ilkokul üçüncü ve dördüncü sınıfları okuduğum köyde cuma namazı dışında beş vakit namaz için camiye gitme alışkanlığı pek yoktu. Ben, caminin küçük ahşap minaresinde ezan okur babamla birlikte vakit namazlarını eda ederdik. Cuma hutbelerini, köyde ihtiyaç duyulan meselelere göre hazırlayıp sunan babam zaman zaman bu meseleye de temas ederdi. Daha da etkili olabilmek için yatsı namazından sonra köy kahvesine gider, köylülere din diyanet üzerine bir şeyler anlatırdı. Aylar sonra emeğinin karşılığını almış ve köylüler vakit namazı için camiye gelmeye başlamış idi. Bu köyde iki yıl kaldık ve babamın hayali gerçek olacak şekilde Turgutlu’ya yerleştik. Merhum babamın en sıkıntılı yılları burada geçti. Hayal ettiği gibi olmadı. Diploması bulunmadığı için çok sevdiği imamlık vazifesini Turgutlu’da yapamaz oldu. Yazın ovada üzüm ve pamuk tarlalarında tarım işçisi, kışın şehir içinde mahalle aralarında sırtında baltası ile odun kesicisi ve kömür taşıyıcısı olarak çalıştı. Dördü çocuk altı kişilik ailemizi kimseye muhtaç etmeden, başımız dik alnımız açık geçindirmeye çalıştı. Hafta sonları beni de yanına alırdı. Odun kesmek için elimizde baltalar, kömür taşımak için sırtımızda küfeler sokak sokak, mahalle mahalle dolaşırdık. Yapılan pazarlık sonrası kesmeye başladığımız odunları güya ikimize pay ederdi ve yarışırdık. Odunların kalınlarını kendisine, incelerini bana ayırışının inceliğine sonraları vakıf olabildim. Odunları kesmeye başladıktan bir müddet sonra yorulduğumu görünce kendi kendine konuşuyormuş gibi ve benim duyabileceğim tonda, “Benim adım Mehmet mi?” diyerek odunlara baltasını vurur ve böylece beni teşçî eylemek isterdi. Güle oynaya odunları keser, evimize alın teriyle para kazanmanın sevinci ve gururuyla dönerdik. Babamın sabah namazını, Turgutlu’da ikamet ettiğimiz Özyurt Mahallesindeki 70 metrekare üzerine inşa edilmiş tek katlı evimizde kıldığını hatırlamam. Her sabah, ezan okunmadan kalkar, sabah namazını eda etmek için evimize yakın Camiönü diye anılan mahalde bulunan -zaman zaman vakit, cuma, teravih ve bayram namazları kıldırdığı-Tatar camisine giderdi. Giderken de bizleri uyandırmayı ihmal etmezdi. Evimiz köşede idi. Namaz dönüşünde babam, evin köşesini dönerken-ev halkına haber verircesine- birkaç kez öksürürdü. Eğer biz kalkmamış isek yatağımızdan fırlar kalkar idik. İşte bu mahallemizde, Camiönünde, Tatar camisinde ve Turgutlu’da “Gedizli Ahmet Hoca” diye tanınan babam, hiç bir zaman karamsarlığa düşmedi, ümitsiz olmadı ve kula “kulluk” etmedi. Bugün çevremde bir saygınlığım, bir duruşum, bir kimliğim var ise merhum babamın kanından, sulbünden ve şahsiyetindendir diyebilirim. (DEVAMI VAR)