Değerli okuyucularım. Mehmet Akif Ersoy’un tespitiyle milletlerin hayatındaki iki mukaddes şeyden biri “din” diğeri “dil”dir. Bundan 744 yıl önce 13 Mayıs 1277 tarihinde Karamanoğlu Mehmet Bey’in, “Şimden gerü hiç kimse kapıda, divanda, mecliste ve seyrânda Türk dilinden başka dil söylemeye” buyruğu da aynı hassasiyetten idi.
Dilin tarihi, insanlık tarihi kadar eskiye gider. Eski çağlarda insanlar, birbiriyle jestler, mimikler, işaretler, araçlar ve çeşitli hareketlerle anlaşırlardı. Dans, müzik, resim gibi güzel sanatlarla da aslında birer mesaj verilir idi. Tabii ki bunların hiçbirisi, bugünkü anlamıyla “dil” sistemi sayılmaz. İngilizlerin “Language” kelimesiyle karşıladıkları bu genel anlamdaki dile Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş “Lisan” kelimesini önerir. Bugün, insanların sözlü ve yazılı olarak anlaşmalarını sağlayan, seslerden oluşan sisteme Fransızlar “langue” der. Bunun bizdeki karşılığı “dil”dir. Dil, gücünü toplumun kültüründen alır. O toplumu meydana getiren insanların aralarında anlaşmaları için kullanılır. Öyle ki, bu sistemi sadece o toplumun fertleri bilir. Böylece her milletin kendine has, kendi insanları tarafından anlaşılan bir dili ortaya çıkar.
“Dil”in en kapsamlı ve isabetli tarifini; “Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta, kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimai bir müessesedir” şeklinde Prof. Dr. Muharrem Ergin yapar. Her dilde kelimeler vardır. Bu kelimeler belli gramer kurallarına bağlı olarak kullanılır. Öyle ise bir dilin karakterini ortaya koyan gramer yapısıdır. Bu sebeple dile “cümleden ibarettir” de denilir. Kısa ve öz olarak söylemek gerekirse dil, insan zihninin mahsulü, semboller sistemi ve insanlar arasında bir iletişim sistemidir. Dil, bir toplumu meydana getiren insanlar arasındaki anlaşmayı sağlayan gizli bir anlaşma sistemidir. Dil, işlevi ve yapısıyla canlı bir varlıktır. Dil, geçmişten günümüze bir kültür taşıyıcısıdır. Dil, kendine has kurallarıyla millî bir sistemdir.
Dil konusunda Mustafa Kemal Atatürk şunları söyler: “Dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği siyasî ve içtimaî heyettir... Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkını, ananelerini, hatıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir. Zihnidir”. Yine Gazi Mustafa Kemal şöyle der: “Millî his ile dil arasındaki bağ, çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişâfında başlıca müessirdir. Türk Dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin.”
W. Humboldt, “Bir milletin dili rûhudur, rûhu da dilidir” derken dilin millet hayatındaki önemini vurgular. Büyük Çin filozofu Konfiçyüs'e, "Bir ülkenin yöneticisi olsanız ilk yapacağınız iş ne olurdu?” diye sorulduğunda, "Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle başlardım.” diye cevap verdikten sonra söyledikleri de dilin millet hayatındaki yerini ve önemini gösterir: "Dil düzensiz olursa sözler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılamazsa, âdetler ve kültür bozulur. Adetler ve kültür bozulursa adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun için hiçbir şey dil kadar önemli değildir”. Napolyon, “Kelimelerin girebildiği yerde silâh patlatmaya lüzum yoktur”; Leibniz, "Bana mükemmel bir lisan ver, sana büyük bir millet teşkil edeyim"; Yunus Emre, "Dil hikmetin yoludur" sözleriyle dilin millet ve insan hayatındaki önemine işaret etmektedir.
Dil birliği bozulmuş ve geçmişiyle irtibatı kesilmiş nesiller, kendilerini devrinin ve geçmişinin eserleriyle besleyerek kültürlü birer kişi olamazlar. Bu nesillerin oluşturduğu devletin yıkılması ve milletin yok olması kaçınılmazdır. Bir milletin tarih boyunca akıp gelen fikir, kültür din, örf, âdet ve hayat tecrübelerinin kelimelere yansımasından oluşan ve gelişerek o milletin dehasından doğan tarih ve kültürünü nesilden nesle ulaştıran dilin bozulması o milletin de bozulması, yıkılması demektir. Dilin yaşamadığı yerde vatan da yaşamaz, millet de yaşamaz, devlet de yaşamaz. Tarihte, dilini kaybettiği için yok olup giden milletler olmuştur. Yine tarihte görülmüş ve ilim adamlarınca kabul edilmiştir ki, devletleri var eden ve yaşatan temel varlık millettir. Milletleri millet yapan, onları tarih sahnesinde tutan “kültür”dür. Kültür denince de ilk akla gelen "dil"dir.
Dilimizi her türlü tehlikeden korumak milli görevimizdir. Atatürk’ün, “Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” sözleri bizlere rehber olmalıdır. Bundan 10-15 yıl önce o zamanın Türk Dil Kurumu Başkanı hocamız bölümümüzde bir konferans vermiş idi. Şikayet edici bir dille “Türkçe’nin Sorunları”ndan söz etmiş idi. Konuşması bitince; “Sayın hocam. Söyledikleriniz doğru, ama siz şikayet etme hakkına sahip değilsiniz. Öğrenci bize şikayetçi olacak, biz de size... Siz TDK Başkanısınız. Göreviniz şikayetçi olmak değil, şikayetleri çözümlemek olmalıdır. “Türk Dilini Koruma Kanunumuz” bile yok. İlk yapacağınız iş bu kanunu çıkartmak olmalıdır” demiştim. Hâlâ bu kanun çıkmadı ise uzun yıllar üniversitemize hizmet etmiş olan bugünkü TDK Başkanı hocamıza aynı teklifi yapmak istiyorum. İşte o zaman “Dil Bayramı”mız “kutlu” olacaktır.