Geçen haftaki yazımda, Afyonkarahisar Kütüğü’nün öyküsünü anlatmış ve isim babası olarak merhum Abdulkerim Abdulkadiroğlu hocamdan söz etmiş idim. Bugünkü yazımda da Afyonkarahisarlı kalem kelam erbabı dostları bulunan, Afyonkarahisar’ı çok seven ve 27 yıl önce Afyon Kocatepe Üniversitesine geçmemi öneren rahmetli hocamla ilgili bir iki hatıramı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Kul hakkına dikkat etmeyi, doğru olanı her yerde söyleyebilmeyi, çalışma aşkını ve disiplin anlayışını rahmetli babamdan sonra kendilerinden edindiğim rahmetli hocam, her geçen gün sayıları azalan ve yokluğu hissedilen münevver şahsiyetlerden, başka bir ifade ile “Devr-i Kadîm” efendilerinden biri idi.
Bazı ilim adamları sadece yükselmeyi düşünür ve sadece yükselmesi için gerekenleri yerine getirir. Bazı ilim adamları da vardır ki, Allah’ın kendilerine nasip ettiği ilmi, bilgiyi, tecrübeyi ve güzellikleri öğrencilerine aktarmayı; onları bilgileri yanında şahsiyetli birer birey olarak yetiştirerek topluma kazandırmayı isterler. Rahmetli Abdulkerim Abdulkadiroğlu hocam işte bu şahsiyetlerden idi. Onu yakından tanıyan meslektaşları ile lisan, yüksek lisans ve doktora öğrencileri onu hep bu güzel hasletleriyle yad etmektedir.
Öğrencilerini mükemmel insan olarak yetiştirmeyi kendine ülkü edilen merhum hocam, derslerde anlattıkları ile yetinmez; evinin giriş katındaki çalışma ofisi durumundaki kütüphanesinde-özellikle ramazanda- dostları ve öğrencileriyle sohbet etmekten, onları ağırlamaktan, kendi eliyle ikramda bulunmaktan büyük bir haz duyardı. Ahlak, edep, dürüstlük, çalışma, zamanı iyi değerlendirme, gençlik ve memleket meseleleri gibi konular üzerine yapılan bu sohbetlerde muhakkak Mehmet Âkif’ten söz edilir idi.
Rahmetli hocamla ilgili, ders çıkarılacak durumda onlarca hatıram vardır. Birçok konuda merhum Mehmet Âkif’e benzeyen rahmetli hocam, “Mehmet Âkif Ersoy Yılı”na, “Âkif’in talebeye ve sevenlerine tam olarak tanıtılmadan girilmiş olması gibi mühim bir eksiklik” sebebiyle, Âkif’in başyazarlığını yaptığı Sırat-ı Müstakîm ve Sebîlürreşad mecmualarında Âkif hakkında yazılanları ve Âkif’in makalelerini kitap haline getirerek büyük bir eksikliği gidermiş idi. Merhum Âkif gibi talebeyi, gençleri çok seven ve önemseyen rahmetli hocam, bizlere sadece yazdıkları ve sözleriyle değil, yaşayışıyla da örnek olmuş idi. Gazi Üniversitesi’ndeki odasında çalışma yaptığımız sırada telefon görüşmesi yapacağını söyleyerek odadan dışarı çıkmıştı. Bu boşluktan faydalanarak ihtiyaç için ben de dışarı çıkmıştım. Bilindiği gibi o zamanlar, kişiye özel cep telefonları yok idi. Hocamın, koridordaki ankesörlü telefonda görüştüğünü görünce, odada ben olduğum için masasındaki telefonuyla görüşemediğini düşündüm ve odaya dönüşümde; “Çok özür dilerim hocam. Telefon görüşmesi yapacağınızı bilseydim odadan çıkardım” dedim. Mütebessim bir eda ile hocam, “Seninle alakası yok. Sen olmasaydın da ben o telefonla görüşecektim. Çünkü evimle görüştüm” dedi. İnceliği anlayamadığımı hissettirmiş olmalıyım ki hocam masasındaki telefonu göstererek: “Bu telefon resmi görüşmeler içindir. Özel görüşmelerimi buradan yapamam” demişti. Bu olay, merhum hocamı özden sevmemin ve ona candan bağlanmamın temel sebeplerinden biri olmuş idi.
Merhum hocamla, yüksek lisans ve doktora dersleri, doktora tez çalışması ve müşterek çalışmalarımız münasebetiyle yakın teşrîk-i mesâîmiz olmuş idi. Hocamın görevli olduğu Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde, benim çalıştığım Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nde, Ankara Milli Kütüphane’de, Vakıflar Genel Müdürlüğü kütüphanesinde, TBMM kütüphanesinde buluşup çalışırdık. Bu buluşmalar sırasında yediğimiz yemeklerin, içtiğimiz çayların parasını hep hocam öder; kesinlikle bana ödetmezdi. Buna üzülürdüm, ama mani olmaya da gücüm yetmez idi... Fen Fakültesi’ndeki odamda çalıştığımız bir gün; “Haydi, bugün yemekler senden” demişlerdi. Duyduğuma inanamamış, şaşkın şaşkın yüzüne bakakalmıştım. Yemekten sonra, çalışmaya başlamadan önce, yemek parasını benim ödememe müsaade edişinin sebebini anlatmışlar idi. Meğer, harama helale dikkat eden zatlar, kazancına haram karışıp karışmadığı hususunda kesin kanaate sahip olmadıkları kişilerin ikramlarını ve davetlerini, kanaatleri kesinleşinceye kadar kabul etmezler imiş... Yaşadığım bu olay da rahmetli hocama candan bağlanmamı sağlayan başka bir vesile olmuş idi...
Rahmetli hocam, ilim insanının bilimsel çalışmalarla yetinmeyip; dinî, millî, kültürel ve güncel konularda yazacağı uyarıcı yazılarıyla da halkın, özellikle de gençlerin ufkunun açılmasına yardımcı olması gerektiği anlayışıyla yaşadı. O, “Gece Yarısı Yazıları” adını verdiği “Güncel Yazılar”ını bu aşkla yazmış münevver bir ilahiyatçı ve edebiyatçı idi... İlim aşkını, araştırma zevkini ve çalışma disiplinini kendilerinden edindiğim merhum hocam, bir konuda çalışma yaparken başka konularda elde ettiği bilgileri, ileride lazım olur düşüncesiyle fişlere yazar, zarflarda toplar; bilginin ne zaman lâzım olacağı belli olmaz, öğrenmenin yeri ve zamanı yoktur der idi. Ankara trafiğinde yolun açılmasını, camide ezanın okunmasını, lokantada yemeğin gelmesini beklerken; Kütahya’da kaplıcada dinlenirken, Afyonkarahisar’da Hıdırlık’ta piknik yaparken, yanımda taşıdığım notlarımı ve el yazmaları çıkarıp çalıştığımız olmuştur...
Allah, bu necip milleti münevver şahsiyetlerinden mahrum eylemesin... Hakk’a yürüyüşünün 15. sene-i devriyyesinde rahmetli hocamı hayırla yad ediyorum. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun...