BİR FELAKETİN SESSİZ TANIKLIĞI
6 Şubat felaketini uykumdan uyandığım ilk dakikalarda öğrenmiştim. Ben uyanmıştım ama bir daha uyanmayacak sayısız kişinin ağırlığı çökmüştü üzerime. Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep...
O sabah bazıları gözlerini açtı ve bir kentin yıkıldığına şahitlik etti. Bazıları gözlerini hiç açamadı; çünkü üzerine çöken dünya, onları sonsuz bir karanlığa geri kalanlara çok büyük bir acı bıraktı. Her saniye yenilen haber siteleri, televizyonda ki o korku dolu, çaresiz gözleri izledim. Yıkılmış şehirleri, üst üste dizilmiş ceset torbalarını, bir battaniyeye sarılmış artık melek olan çocuğuna sarılan anneyi izledim. Bir anne, çocuğunun cansız bedenini öperken bulundu. Bir baba, elleriyle kazdığı toprağın altından ses bekliyordu. Bir çocuk, gülüşüyle değil, ayak izleriyle hatırlandı. O izler de bir yağmurla silindi sonra. Çünkü hayat, her şeyin üzerine bir perde çekmekte çok aceleci davranır her zaman.
Televizyon karşısında saatler geçti. Her kanal bir mezar taşı gibiydi. Sayısız isim, yaş, adres… Ama ekranlardan silinen, o insanların hikâyesiydi. Kiminin yarım kalmış bir hayali vardı. Kiminin ertesi gün nikâhı vardı belki. Bazısı sınava hazırlanıyordu. Bazısı yalnızca uyuyordu. Bazıları hâlâ nefes alıyordu ama yaşadığına inanamıyordu. Betonun altında kalan bedenlerden çok daha fazlasıydı yok olan: bir çocuğun doğum günü hayali, bir kadının annesine sarılma arzusu, bir babanın evladına kavuşma ümidi…
Ben yalnızca izleyendim. Ne bir tuğla taşıdım, ne de enkaz başında adını hayAkırdığım biri oldu. Ama içimde öyle bir sessizlik oluştu ki, o sessizlik hâlâ yankılanıyor kulaklarımda. O sabah, insan sesi duyulmayan sokaklar vardı. Ve o sokaklar, hâlâ suskun. Çünkü bazı çığlıklar ve acılar hiçbir zaman tamamen dinmez.
Yıkılan binaların içinde kalan yalnızca insanlar değildi; gelecek de orada kalmıştı. Her şeyin baştan yazılması gereken bir dünyaya uyanmıştık. Ama biz, hiçbir şey olmamış gibi devam etmeyi öğrendik. Gün geçtikçe duyduklarımıza alışmaya başladık. Sanki her şey birkaç haber bültenine sığabilecek kadar küçüktü. Oysa o bültenlerin içinde hayatlar, acılar vardı. Göz göze gelemeden ölen çiftler, son kez “Anne” diyememiş çocuklar…
Her yerin sessizlikle dolduğu bir anda, insan içindeki gürültüye yenik düşüyor. Ve ben, içimdeki o gürültüyle yaşayıp gidiyorum. Bazen bir duvarın çatlağında görüyorum yıkımı, bazen bir çocuğun gözlerinde. Bir binanın önünden yürürken, bir binanın gölgesi üzerime düştüğünde içim ürperiyor. Çünkü biliyorum… Her gölge, birkaç saniyede enkaz olabilir. Her sessizlik, bir çığlık taşıyor olabilir içinde..
Enkazdan saatler sonra çıkarılan bir çocuğun şaşkın aynı zaman da korku dolu gözlerini unutamıyorum. “Yiyecek değil kefen lazım.” Cümlesini de unutamıyorum.
Ve biz, hayatta kalanlar, hala uyanamıyoruz. Her gün o yıkımın gölgesinde var olmaya çalışıyoruz, ama bir tür uykusuzluk bu. Her sabah, güne başlamak bir mücadele haline gelmişken, geçmişin ölümleriyle barışamıyoruz. Küçük bir sarsıntı da o gün ki korku sarıyor içimizi.
Birçok insan hala hayatta, hala nefes alıyor ama birer hayalet gibi. O sabahı yaşadıktan sonra, gülmek, sevinmek, bir şeylere umut duymak neredeyse imkânsız. Çünkü gözlerimizdeki o dehşet, her şeye rağmen hayatta kalabilmenin acısıyla yoğrulmuş, ruhun derinliklerine işledi. Yıkım, sadece çevremizdeki değil, içimizdeki her şeyi de yok etti. Her insan, o sabah bir şekilde öldü. Ölüm yalnızca bir anı temsil etmiyordu; hayatta kalmanın yükü de büyük bir ölümdü. Kendi varlığını savunmaya çalışırken, bir yandan da her şeyin sona erdiğini hissettik.
Ve belki de bu, en korkuncu: Her şeyin, zamanın bir parçasıymış gibi hızla akıp gitmesi oldu. Her gün, her saniye bir umut kırıntısına sarılmaktı. Bir günün sonrasında sadece ölülerin isimleri kaldı. Her ölü, kendi hikâyesini anlatabilseydi, belki de acı daha az olurdu. Ama her isim sadece bir anı, bir parça acı olarak kaldı. O isimler, bazen bir fotoğraf karesi, bazen unutulmuş bir anı olarak kalacak. Çünkü hiç kimse, o kaybedilen hayatları tam anlamıyla geri getiremeyecek.
O sabah, hayatımızın rengi değişti. Geçmişin her parçası, bir enkaza dönüştü. Kimi zaman bir duvarın çatlağında, kimi zaman bir sesin yankısında o yıkımı görüyorum. Bu, bir çeşit karanlık. Fakat en korkuncu, o karanlığın her an her yerden gelebileceğini bilmek. Çünkü o felaket, bir kez yaşandığında, gölgesi sonsuza kadar bizimle kalır. Her gün yeniden yıkılabiliriz. Her an, o anın yeniden yaşanması olasılığı içimizi kemirir.
Her gölge, bir başka enkazın habercisi olabilir. Her sessizlik, bir çığlık taşıyor olabilir içinde. Bir yıkım, sadece o anla sınırlı kalmaz. Onun yankıları zamanla her anımıza işler. O sabah, hayatlarımızı kıran şey sadece toprak değil, acının kendisiydi. Ve biz, hayatlarımızda hep o kırık dökük anıların izlerini taşıyoruz. Her şeyin üzerine bir perde çekildi. Ama o perde, altındaki kaybolan her şeyi, her yaşamı, her anıyı sakladı. Ve biz, yaşamaya devam ettik. Ama hep eksik, hep kaybolmuş bir parçamızla.
Felaketin sessiz tanıklarıyız. Ama sessizlik de bir çeşit tanıklıktır. Her an, her dakikada o sessizlik içimizi daha da kemiriyor. O sessizliğin içinde kaybolan hayatlar, kaybolan sevgiler, kaybolan hayaller var. O kaybolan her şeyin yerine bir enkaz kaldı. Bir enkaz ki, ne zaman ne de nasıl toparlanacağı bilinmiyor. Ve belki de hiç toparlanmayacak. O enkazda kaybolan tek şey bedenler değil. O enkazda kaybolan, biziz. Bizim ruhumuz, hayallerimiz, yaşayacağımız günler…
Ve en acı veren şey şu: Hayatta kalmak, bazen en büyük felakettir. Çünkü hayatta kalanlar, geriye kalan enkazın içinde yaşamak zorundadır. Bazen, her şeyin sonlanması, bir rahatlama olabilir. Ama bizler, felaketin sonrasındaki her an, her saniye, yeniden doğan bir acı ile varız. Çünkü yıkımın içinde, geçmişin tüm umutlarını ve hayallerini de kaybettik.
Ve en acısı da şu: Bazı hikâyelerin artık sonu veya devamı yok. Çünkü anlatacak kimse kalmadı.
Yorumlar
Kalan Karakter: