BİR KADININ YÜRÜYÜŞÜ
Bir kadının sessizliği, çoğu zaman bir feryattır. Ama kimse duymak istemez. Çünkü kadınların acısı, insanlığın alıştığı bir gürültü olmuştur artık. Sustuklarında “olması gereken budur.” derler, konuştuklarında ise “Abartıldığı.” Her iki hâlde de yük, onlara aittir. Omuzlarında büyür, kaburgalarına saplanır, içlerinde büyüyen o dipsiz kuyuda sonsuza kadar yankılanmaya devam eder.
Kadın olmak, çoğu zaman yoklukla harmanlanmak demektir. Bir şeylerden eksiltilerek büyümek… Kısıtlamalarla tanıştırılmak daha çocuk yaşta. Sevilmenin, kabul edilmenin şartlı olduğunu öğrenmek. Gülerken bile utanmak… Sanki gülmek, sadece erkeklere özelmiş gibi. Gülüşü bile göze batansa, daha neyi özgür olabilir ki?
Ergenliğe adım attığımızda, bedenimizi önce kendi gözlerimizle değil, başkalarının bakışıyla tanırız. Beden, bu andan itibaren saklanması, korunması gerekir. Ama korunmakla gizlenmek arasında ince bir çizgi vardır ve kadınlara asla o çizgiyi tanıma hakkı verilmez. Onlara düşen ya susmaktır ya da suçlanmak.
Mahalleler, sokaklar, geceler onun için değildir artık. “Başına bir şey gelmesin.” diye uyarılırız her adımda. Oysa başımıza gelen şeylerin çoğu, zaten başkalarının olmasını istemediği şeylerden ibarettir. Erkeklerin tehlikesinden korunması gereken yine kadınlardır ama erkekler hiçbir zaman o tehlikenin adıyla anılmaz. Tehlikenin kendisi, hep kadının “varlığı” sayılır.
Kadınlar bazen annelerinin suskunluğunda büyür. Bazen kendilerinin bile tanımadığı bir korkuyla… O korku, sokak lambalarının altında daha çok parlar. Anahtarları avuç içinde saklamakla, otobüs camlarına kendi yansımalarını izleyerek bakmakla geçer bazı geceler. Bir kadının yalnız yürüdüğü yollar, hep başka anlamlara çekilirken; o sadece güvenli bir şekilde eve dönmek istemiştir.
Ama en derin yalnızlık, bazen en yakında yaşanır. Aynı sofrada oturulan adamlarda. Aynı evi paylaştığı ama aynı dili konuşmadığı insanlarda. Kadının iç sesi bastırılır, yerine konulan cümleleri tekrar etmesi beklenir. Kendiyle çelişmeden, hayır demeden, sorgulamadan... Kadınlar bazen sevilmek için kendinden ödün verir. O kadar verir ki bir gün neyi feda ettiğini bile hatırlayamaz.
Aşk gelir sonra. Başlarda bir sığınak gibi görünür.
Ama ne çok kadın, sevildiğini sandığı yerde yavaş yavaş kendini kaybeder.
Kadınların birçoğu, aşkın içinde yok olmayı marifet sayar önce.
Çünkü öyle öğretildi onlara. “Sen çok sev,o da seni sever.”
Ama her şeyi veren kadın, sonunda kendinden geriye hiçbir şey kalmadığında, hâlâ “neden yetmedim?” diye sorar.
Yetmek değildir asıl mesele.
Sığamamak ve sığdırılamamak.
Kendine bile yer bırakmamaktır aşkın içinde.
Kadın olmak, kendine yer açamamaktır çoğu zaman.
Bir odada, bir ilişkide, bir işte...
Kadının başarısı “tesadüf” sayılır, yükselmesi “torpil,” kararlılığı “hırçınlık” olarak okunur.
Aynı kelimeler, erkeklere övgü; kadınlara kusur olur.
Ve yine de kadınlar yaratır.
Yıkımın ortasında bile.
Bir çocuğun saçlarını okşarken, bir sabah sessizce makyajını yaparken, bir kapı çalınmasın diye nefesini tutarken bile...
Hayatı yeniden kurarlar.
Bazen parçalanarak, bazen susarak, bazen sadece var olarak.
Ama hep bir şeyden eksilerek.
Yine de büyüyerek.
Kadın olmak, yaralarla yazılmış bir şiir gibidir.
Bazı dizeleri susturulmuştur, bazıları çığlık gibi çıkar.
Ama bütününde öyle bir ağırlık vardır ki, kelimelere değil, sessizliğe tutunur insan.
Çünkü kadınlar bazen gözleriyle konuşur.
Bazen bakışlarında, yüzlerce sözcüğün ağırlığını taşırlar.
Ve bütün bu yıkımın içinde bir kadın, hâlâ yürür.
Sırf yürümek bile bir başkaldırıdır çünkü.
Her adım, inkâr edilen bir varoluşun haykırışıdır.
Kırılmış olsa da, inanmış olsa da, korkmuş olsa da...
Kadın olmak, yeniden doğmakla lanetlenmiş bir varoluş biçimidir.
Ama her yeniden doğuş, biraz daha kendine yaklaşmaktır.
Çünkü kadın olmak, her şeye rağmen çiçek açabilmektedir.
Yorumlar
Kalan Karakter: