İmaret Camii’nin Tabutluğuna giren Hoca Efendi, akşam vakti tabutu almak için tutup kaldırmaya çalışırken, tabutun içersinden yüksek perdeden ve öfkeli ve tok bir sesle irkilir: “Ya burada da mı bize rahat yok! Çıkarsam, fena yaparım, sana feleğini şaşırtırım. Nereden geldiğini bilemezsin!” Hiç beklemediği bu durum Hoca Efendiyi korkutmuş, kendi tabiriyle: “İçim ılıyıverdi!” Demiş. Sonradan besmele çekerek, okuyarak ve su içerek kendisine gelmiş! Artık daha sonraki zamanda tabutluk sıkıca kilitlenir olmuş. İçinde bulunduğu durumu İlin ileri gelenlerine anlatılan meşhur Hasan Efe’ye de huzurevinin yolu görünmüş…
Kuruluşta ilk göreve başladığımda bir an önce beş bin metrekare kapalı olanı ve iki yüz odası bulunan bir binanın tamamını görmek ve işleyişi tanımak bilmek istiyordum. Herkesi tanıyıp samimiyeti, içtenliği ve gerekli olan diyalogu kurup kaliteli bir hizmet sunmanın gayretini gösteriyordum. Aşağı katta depoların yanında bir oda dikkatimi çekiyordu. Zaman zaman kapısı açılıyor, birileri girip çıkıyordu. Sanki gizemli ve farlı bir yapısı vardı. Yanımda bulunanlara merak ettiğim odayı göstererek, görmek istediğimi söyleyerek o tarafa yönelince; herkes birbirlerinin yüzene baktı. Tedirgin ve çekingen bir ifade ile gitmememi tavsiye ettiler.
Gitmekte kararlı olduğumu gören yaşlısı, personeli herkes O’nun vasıflarını, yapısını ve karakterini anlatmaya başladı. Bazıları ağzının bozuk olduğunu, hakaret edebileceğini; bazıları geçmişte yaptığı işleri, olayları, kötülükleri saydı, döktü. Bana da kötü davranıp, rahatsız edebileceğini, moralimin bozulacağını bu yüzden oraya gidip O’na bulaşmasam daha iyi olacağını anlatıp, söylediler.
Bütün bunlara rağmen o tara yöneldim. Işığı az bir koridordan geçerek malzeme deposunun yanında bulunan, tecrit hane gibi düzenlenmiş odanın kapısını çaldım. İçerden heybetli, ürpertici ve boğuk bir ses yükseldi: “Kim o….” Daha sonra söylediklerini fazla anlamadım. Kapıyı açıp kendimi tanıttım, yeni geldiğimi söyledim. Kendisiyle tanışmak istediğimi ilave ettim. Bir taraftan da içerinin manzara-i umumisine bakarak merakımı gidermeye çalışıyordum.
Eski bir demir karyoladaki yatakta yatan şahsın, yorganın altından sadece başı ve ağzına kadar dökülmüş, kırçıllaşmış, dağınık palabıyıkları görünüyordu. Karyolanın yanındaki sandalye üzerine bırakılmış siyah takım elbise ve önünde sivri burunlu, yumurta topuklu ayakkabı duruyordu. Loş ışıklı odanın bütün duvarları sigara dumanından sararmış, her köşede eşyalar, malzemeler, gıda maddeleri poşet içersinde gelişi güzel bırakılmış. Kapının arkasına çakılmış büyükçe bir çiviye kirli elbiseler ve kıyafetler asılmış. Eski, tozlu bir sehpa üstüne kocaman, siyah beyaz bir televizyon, alt güzüne de kapağı kırık teyp yerleştirilmiş. Odayı havasızlıktan dayanılması zor bir koku sarmış. Bunlar ilk girişteki refleksle görüp hissedebildiklerim. Bunların ötesinde benim merak ettiğim ve tedirgin olduğum Hasan Efe’nin tepkisiydi!
Karyolasının üstünde çevik bir hareketle kalkıp otururken, içerinin sessizliğini eski karyolanın gıcırtıları giderdi. Yatağının üzerinde eliyle bir taraftan pala bıyıklarını düzeltirken, bir taraftan da uyku mahmurluğundan şişmiş göz kapakları, ürkütücü ve sert bakışları ile tepeden aşağı beni süzüyordu. İlk görüşme ve raundun nasıl geçeceğini merak ediyordum. Bana gönderdiği bakışlarının sertliğinde; bende O’na alabildiğine dik duruş, sert bakış ve resmi tutum içersinde samimiyet hissedilen bir tavır sergiledim. Ama içerideki olumsuz ortamda fazla kalmayacağımdan O’nu odama çay içmeye davet ettim. Tok ve gururlu bir ses tonu ile nezaket ifadeleri kullanarak:
----- Tabi yiğidim, tabi aslanım neden olmasın. Seve seve gelirim. “Davet edilen yere erinme, istenmediğin yerde görünme.” Demiş atalarımız, dedi.
Odadan çıkarken korkulduğu gibi olmadığını, diyalog kurabileceğimi düşünürken; kendine hakaret ettirmemiş, korkup, çekinmemiş ve ilk teması kazasız, başarılı bir şekilde kurmuş olmanın hazzını yaşıyordum. Odanın manzarası ve kokusu üstüme sinmiş, dimağıma yerleşmiş vaziyette Hasan Efenin duruşu, tipi ve konuşması zihnimde dolaşıyordu.
Daha sonra odama tıraş olmuş, pala bıyıklarını düzeltmiş, temiz kıyafetler giymiş, yeleğine köstekli cep saatini takmış, kokular sürünmüş bir şekilde nezaket içersinde geldi. Çaylarımızı içerken sohbet koyulaştı. Eliyle anlattıklarını işaret ederken parmağındaki kocaman altın yüksüğü parlıyordu. O yetmiş beş senelik hayatının enstantanelerini bir çırpıda özetleyiverdi. Olaylar, tesadüfler, eğitimsizlik ve çaresizlikler onu kötülüklerle yüzgöz etmiş. Zaman olmuş zulmetmiş, zaman olmuş zalime karşı mazlumu kollamış. Bazen de O yapmadığı işler, şaibelerle, abartılarla destanlaşmış, kahraman ilan edilmiş. “Ben hayatta ayı ile karşılaşmadım. Ama bana, Ayıboğan demişler. Benim nerem ayıyı boğsun?” Diyerek, gülümsüyordu. Cinayetten, hapishaneden, akıl hastanesinde hasta zannettirmek için üç yıl verdikleri derinin tüylerini saydığından bahisler etti. İleri yaşta askere gittiğinde kendinden küçük yaştaki komutanları ile yaşadığı komiklikleri, haraç almak için mağazaya atla girdiğini... Velhasıl hayatındaki tüm acıları, sıkıntıları, kaosları ve trajedileri bir çırpıda masal gibi anlattı.
Daha sonraki zamanlarda vefatına kadar ölçülü, prensipli ve seviyeli bir şekilde, samimi ilişkilerimiz devam etti. Kaldığı mekân tertemiz oldu. Herkesle selamlaşıp sohbet etmeye başladı. Her görüşüp, konuşmamızda O’na Allahın nimetlerinden, rahmetinden,
ve mağfiretinden bahisler anlattığımda; dinleyip Allahın büyüklüğünü ve kudretine olan inancını söylüyordu. Her seferde: “Sen gelince buralara nur yağdı.” Sözünü tekrar ediyordu.
Efe Dayı ömrünün son günlerinde kılık kıyafetini ve fiziki şeklini değiştirmese de; bütün agresiflikleri, kabadayılıkları ve aksilikleri bırakarak tevazu ve mahviyet yolunu seçerek engin bir ruh iklimine bırakmıştı kendini. Bu yüzden olacak ki tabutun içinden dini vecibelerini yapan Hoca Efendi’ye musalla taşında öfke ile kükremek, çıkışmak yerine! Sükûneti ve teslimiyeti tercih etmişti…