بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم
اَلْحَمْدُ لِلَّه رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ اَجْمَعِينَ
EDEB BİR TAC İMİŞ
يَآ اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُواۜ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ اَلِيمٌ ۞
“Ey iman edenler! Peygamber’e [aleyhisselâm] “râinâ” (bizi gözet) demeyin, “unzurnâ” (bize bak) ifadesini söyleyin ve Allah Teâlâ’nın hükmüne kulak verip kabul ederek dinleyin. Râinâ kelimesini hakaret ve aşağılama kastıyla söyleyen kâfirler için, ebediyen acıklı bir azap vardır.” (Bakara, 104)
Müslümanlar Hz. Peygamber’e [sallallahu aleyhi vesellem], “Bize bak, bize kulak ver, bizimle ilgilen” manasında “râinâ” kelimesini kullanırlardı. İbranice dilinde de kullanılan bu kelime, Yahudilerin dilinde “Kaba ve kötü adam!” manasına gelen bir çeşit hakaret kelimesiydi. Yahudiler, bu kelimenin Hz. Resûlullah’a [sallallahu aleyhi vesellem] kullanılmasından hoşlanarak, “Biz Muhammed’e [sallallahu aleyhi vesellem] gizlice hakaret ediyoruz aslında” derlerdi. Sonra Allah Resûlü’ne [sallallahu aleyhi vesellem] karşı bu kötü sözü açıkça söyleyerek, “Ey Muhammed, râinâ!” deyip gülerlerdi. Allah Teâlâ müslümanları bu sözden menederek, Hz. Peygamber’e [sallallahu aleyhi vesellem] nasıl hitap etmeleri gerektiğini ve ona karşı gösterilmesi gereken edepleri öğretti.
Edep elbisesi Mü’minin üzerine giyip bir daha üzerinden asla çıkarmayacağı en güzel elbisedir. Çünkü bütün edepler, Resûlullah Efendimiz’den [sallallahu aleyhi vesellem] alınıp öğrenilir. Resûl-i Ekrem Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem], zâhiren ve bâtınen bütün edeplerin kaynağıdır. Resûlullah [sallallahu aleyhi vesellem] buyurmuştur ki:
“Beni Rabbim terbiye etti ve edebimi de ne güzel yaptı.”333
Edep, insanın içini ve dışını güzelleştirmesidir. Kulun zâhiri ve bâtını terbiye olunca, edepli bir Müslüman olur. İnsanın edebi ancak güzel ahlâkın tam manasıyla elde edilmesiyle kemale erer. Güzel ahlâkın tamamı, huyun ve yaratılışın güzelliğinden oluşmaktadır. Dış yaratılış, insanın zâhirî sûretidir; ahlâk ise, onun iç âleminin bir ifadesi ve yansımasıdır.
Ahlâk, durup düşünmeksizin insandan kolayca ve kendiliğinden sürekli olarak güzelliklerin ortaya çıkmasıdır. Yani davranışın ahlâk sayılması arada sırada değil, sürekli olmasıyla mümkündür. İnsan olmanın, insanın eşref-i mahlukat sırrına mazhar olmasının sırrı, ahlâkın öz kardeşi olan edep elbisesindedir. Dilimizde edep ve ahlâk genelde bir arada,birbirini tamamlayan bir ikileme olarak kullanılır. İnsanlar arasındaki muhabbet, saygı, müsamaha ve güven gibi duyguların gelişmesi huzurlu bir cemiyet meydana getirir. Bu cemiyetin mayası da edeptir. Edep İslâm’ın emrettiği, güzel saydığı bütün söz ve davranışları kapsar. İyi terbiye, naziklik, usluluk, zariflik, hicap ve hayâ hep edebin anlam çerçevesi içindedir. Edebin çoğulu da âdâptır.
KISSA
Peygamber Efendimizin [sallallahu aleyhi vesellem] mübarek torunları Hasan (radıyallahu anh) ile Hüseyin (radıyallahu anh) cami avlusunda durmuş, şadırvandan abdest alan yaşlıca bir adamı seyrediyorlardı.
Hz. Hasan (radıyallahu anh) bir ara kardeşi Hz. Hüseyin'e (radıyallahu anh):
— Bak, dedi, dirseklerini iyice yıkamadı.
— Evet görüyorum, bazı yerler kuru kalıyor.
— Bunu ona söylemeliyiz, abdest sırasında yıkanması farz olan yerlerde iğne ucu kadar kuru bir yer kalsa abdest olmaz, abdest olmayınca tabii namaz da olmaz.
— Ama nasıl söyleyeceğiz? İşte bak, ayaklannda da aynı ihmâli yaptı. Parmak aralarını ovuşturmadı, suyu topuklarına değdirmedi bile. Hadi gidip kendisine söyleyelim.
Hz. Hüseyin (radıyallahu anh):
— Bir dakika, diye kardeşini durdurdu. O bizden çok yaşlı. Söylersek utanabilir. Yahut çocuk olduğumuz için bizi dinlemeyebilir. Onu kırmadan yanlışını anlatmanın bir yolunu bulmalıyız. Birden aklına geldi:
— Tamam dedi sevinçle, buldum! Adama yaklaştı. Saygı dolu bir sesle:
— Efendim, dedi, sizden bir ricamız var.
— Söyleyin bakalım çocuklar.
— Biz henüz çocuk sayılırız. Şuradan abdest alırken başımızda dursanız da yanlışlıklarımızı söyleseniz.
Adam memnun memnun güldü:
— Tabiî, dedi. Başlayın bakalım:
İki kardeş abdest almaya başladılar. Adam dikkatle bakıyor, bir yanlış bulmaya çalışıyor, ama bulamıyordu.
Kendi abdestmi düşündü. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (radıyallahu anhuma) gibi dikkat göstermediğini anladı. Abdestleri bitince saçlarını okşadı:
— Yanlış sizde değil çocuklar bende, dedi. Kusurlu benim, Yanlışımı yüzüme vurmadan bu kadar nazikçe dü¬zelttiğiniz için çok teşekkür ederim. Artık ben de sizler gibi abdest alacağım. İşte başlıyorum.
Yeniden suyun başına çöktü ve bir güzel abdest aldı. Demek ki, birşeyin doğrusunu bilmek yeterli değildir. O doğruyu başkalarını kırmadan, darıltmadan anlatabilmek de lâzımdır. Peygamber Efendimizin [sallallahu aleyhi vesellem] torunları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (radıyallahu anhuma) gibi...
Edep tacını giyen müslüman Allah Tealâ’nın razı olduğu kullara dönüşür. Allah’ın [celle celâluhû] razı olduğu kulların birbiriyle münasebetleri de huzurlu bir toplum meydana getirir. Çünkü edep, ölçülü hareket etme, utanma, haddi aşmama, nezaket ehli olma, gönül kırmama gibi insanî eylemlerin hepsini içinde barındıran efsunlu bir güzelliktir. Bu güzelliğe bürünen insan da toplum içinde takdir edilen, sevilen şahsiyetli bir insan olur.
Beşeriyetin en güzel örneği Hz. Peygamber [sallallahu aleyhi vesellem]:
“Güzel hal, düşünerek hareket etmek ve iktisat (ölçülü davranmak) peygamberliğin kırkta biridir.” buyurur.
Bu sözden hareketle anlıyoruz ki insan edep tacıyla peygamberlik vasıflarından birini kazanıyor. Kazanılan edep, nezaket ehli, hürmete layık, cemiyet önünde daima saygı gören insanı meydana getiriyor. Edepten yoksun insan da gerçek değerini kaybediyor.
Abdurrahman es-Safurî [rahmetullahi aleyh]:
“Allah [celle celâluhû], hiçbir kimseye akıl ve edepten başka daha üstün bir bağışta bulunmamıştır. O ikisi gencin güzelliğidir. Şayet onları kaybederse hayatın en güzel şeyini kaybetmiş olur.” derken, akıl gibi büyük bir nimetle edebi yan yana zikretmesi de dikkat çekicidir.
İlahi aşka bizi götüren yollar da edepten ibarettir. Rabbimize [celle celâluhû] varabilmek için varlığımızı edeple süslemek gerekir. Bu noktada Hz. Mevlâna ne güzel söyler:
“Ey aşıklar nefsinizi edeple süsleyin. Zira aşk yollarının hepsi de edepten ibarettir.”
Müslüman ibadetlerle, amellerle Rabbinin [celle celâluhû] rızasına kavuşur. Dolayısıyla dinî hayatın varlığı için de edebe tam riayet etmek gerekmektedir. Enes bin Malik [radiallahu anh] bu hususta şöyle buyurur:
“Amelde edep, onun kabulune işarettir.”
Amellerimiz, dinî vecibelerimiz de belirli bir âdâp ile gerçekleşmeli. Zira âdâba riayet etmeden amellerin tam olduğunu söyleyemeyiz. Âdâba uyanlar müstehapların ecrine ulaşır, müstehapları ihmal etmeyen, sünnetlere muhalif davranmayan kişi vacibi terk etmez. Vaciplerin ikmaliyle de farzlar ihsan derecesine ulaşır. Velhasıl ibadetlerde edebe riayet ne kadar fazla olursa, kabulüne dair ümit de artar.
Edeb, aynı zamanda ihsan mertebesine ermenin de adıdır. Yani bütün iş ve mükellefiyetlerimizi Allah [celle celâluhû] görüyor ölçüsü altında yapmak ve davranışlarımızda Allah’ı [celle celâluhû] görüyor gibi davranmak; bu da edebte bir ihsan şuurudur.
Daha husûsi ma’nâda edeb, Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem], farz ve vacibin dışındaki davranış ve hareketlerine aynen ittiba ve yaşantıyı O’nun hayatına göre ayarlama ameliyesidir.
Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] zevcesi, Hz. Aişe [radiallahu anha] validemize sorulur:
-Allah Rasûlü’nün [sallallahu aleyhi vesellem] ahlâkı nasıldı?
-Siz hiç Kur’ân okumadınız mı? “Okuduk” derler. Cevap verir:
-O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.
İşte Mürebbîsi Allah [celle celâluhû] olan Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem], böyle edebin ufuk noktasındadır. Demek ki edeb öğrenmek isteyen O’na bakmalı ve O endam aynasında edebi kendi kâmetine uygun şekilde seyretmelidir. Cenab-ı Hakk [celle celâluhû] O’nu bütün insanlara örnek olacak bir edeble yaratmış, öylece edeblendirmiş ve terbiyeli kılmıştır.
Allah Rasûlü [sallallahu aleyhi vesellem], “Hayatımda iki defa düğüne gitmeye niyetlendim. İkisinde de üzerime öyle bir uyku çöktü ki, uyudum kaldım. Her ikisinde de uyandığımda düğünün çoktan bitmiş olduğunu gördüm.”
Kıssa
Bir gün Resûlullah Efendimiz'e [sallallahu aleyhi vesellem] bir içecek getirilir. Ondan bir miktar içer. Bu esnada sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashabın büyüklerinden yaşlı kimseler bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz [sallallahu aleyhi vesellem] sağındaki çocuğa,
- "Müsaade eder misin, bu içeceği evvela şu büyüklerine vereyim" der. O ferasetli çocuk da herkesi şaşırtan şu büyük cevabı verir:
- "Yâ Resûlallahl [sallallahu aleyhi vesellem] Senden bana ikram olunan nasibimi hiç kimseye vermem!" Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz mübarek ellerindeki içeceği o çocuğa uzatır.
Hz. Enes [radiallahu anh] anlatıyor:
“On sene Allah Rasulü’ne [sallallahu aleyhi vesellem] hizmet ettim. Zaten Allah Rasulü’nün [sallallahu aleyhi vesellem] hizmetine girdiğinde de on yaşlarındaydı. Bir defa dahi, yaptığım bir iş için “Neden yaptın?”, yapmadığım bir iş için de “Neden yapmadın?” dediğini duymadım. Hatta bir defasında beni bir işe göndermişti. Sokakta oyuna daldım. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Bir ara arkadan birinin kulağımı tuttuğunu hissettim.. döndüm baktım ki Allah Rasûlü [sallallahu aleyhi vesellem]. Yüzünde yine aynı tebessüm. “Hemen gidiyorum, Ya Rasûlallah” dedim ve koşarak bana verdiği işe gittim.”
O, Allah [celle celâluhû] ahlâkıyla ahlâklanmış ve ümmetinin de aynı ahlâkla ahlâklanmasını emir buyurmuştu. Bunu öğreneceğimiz iki ana kaynak vardır; onlar da Kur’ân ve edeb-i Rasûlullah olan Sünnet-i Seniyye.
Edeb, eğer farzıyla, vacibiyle, sünnet ve müstehabıyla Efendimizin [sallallahu aleyhi vesellem] hayatı seniyyeleri ve bize bıraktıkları en önemli miras da kendi nurlu yaşayışlarıysa, bizim de o edeble edeblenmemiz bir zaruret ve bir mecburiyettir. Çünkü Allah [celle celâluhû] O’nu, bize hayatı öğretmesi için göndermiştir. Biz, yemenin, içmenin, yatmanın ve bütün fıtri ihtiyaçlarımızı gidermenin edebini hep O’ndan öğrendik.
Büyük veli Hucviri [kuddise sırruh] der ki:
"İnsanın bütün kaybı her işin esası olan Edebi kaybetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu hep böyledir değişmez. Din ve dünya işlerinin hepsi Edeple güzel olur. Edep olmadan, hiç bir güzel iş ortaya çıkmaz."
Rehberimiz ve örneğimiz Fahr-i Alem'in [sallallahu aleyhi vesellem] yemesi-içmesi, giyinmesi, oturup-kalkması, konuşması, aile hayatı, insanlarla muaşereti, cihadı, ibadeti, tebliği... bütün hayatı gönül ikliminde çiçek çiçek açan rahatlatıcı bir denge, bir itidal ortamı sergilemektedir. O'nun izi üzere yürüyen tüm muttakiler ve vârisi olma şerefine ermiş rabbanî âlimler, Allah dostları da O'nun ahlâkıyla ahlaklanmış, her türlü taşkınlık ve aşırılıktan uzak, dengeli bir hayat yaşamışlardır. Çevresindekilere nebevî birer örnek olmuşlar, kıyamete kadar da olmaya devam edeceklerdir. Biz, bu edebe tam riayette bulunur, ferdî, ailevî ve cemiyet hayatımızı hep o edebe göre tanzim edersek, Kur’ân’ı hayatımıza hayat yapmış oluruz.
Sahabi, Allah Rasûlü’ne [sallallahu aleyhi vesellem] karşı çok saygılı ve çok edebliydi. O’nu dinlerlerken sanki başlarında kuş varmış da onu kaçırmak istemiyorlarmış gibi, bir hassasiyet ve titizlik içinde dinlerlerdi. O’nu tanıdıkça bu sevgiden kaynaklanan saygıları kökleşiyor ve bilme çapına göre de, saygıları derinlik kazanıyordu. Ekseriyet itibariyle O’na soru sormaya cesaret edemezlerdi. Dışarıdan bir yabancının gelip soru sormasını ve verilen cevabı doya doya dinleme fırsatını bulmayı çok arzu ederler ve böyle bir fırsatı dört gözle beklerlerdi. Efendimizle [sallallahu aleyhi vesellem] , şöyle rahat bir iki kelime konuşan sahabi çok azdı. Bu, Efendimiz’in [sallallahu aleyhi vesellem] onlar üzerindeki baskısından ileri gelmiyordu. Belki O’nun mübarek şahsiyetine ait mehabet, ciddiyet ve vakardan kaynaklanıyordu...
Hudeybiye Anlaşmasında Ashabının, Efendimiz’e [sallallahu aleyhi vesellem] karşı tavrını ve edebini görenler, şaşırmış bir halde Mekke’ye döndüklerinde şöyle demiştiler:
“Biz Kisra saraylarında bulunduk. Bizans saraylarında misafir olanlarımız var ve nice hükümdarlar gördük. Bunların içinde, zalimler de vardı. Fakat yüreğinden gele gele hiç kimsenin, ümmetinin Hz. Muhammed’e [sallallahu aleyhi vesellem] saygılı olduğu kadar saygılı olduğunu görmedim. Abdest alırken, ağzının suyunu alıyor, tükürürken o suyun tek damlası dahi yere düşmüyor ve bu mübarek damlacıkları kim alıyorsa kim kapıyorsa yüzüne gözüne sürüyor. Yüzünden sular aşağıya doğru akarken tek katresini yere damlatmıyorlardı.”
Dünyayı dirayet ve kiyasetleriyle idare eden bu insanlar arasında öylelerini görüyoruz ki, O’na saygıyla dopdolu ve âdeta kapısında kapıkulu.
KISSA
Sehl bin Abdullah Tüsteri Hazretleri’nin [rahmetullahi aleyh] Basra’da bulunduğu günlerde parmağını bir bezle sardığını gördüler. Sebebini soranlara, parmağının ağrıdığını söylüyordu.
Soranlardan birinin yolu Mısır’a düşünce, orada Zünnun-i Mirsi Hazretlerini [rahmetullahi aleyh] ziyaretine gitti. Onun da parmağının aynı şekilde sarılı olduğunu gördü. Hayretle ona da sebebini sordu.
-“Uzun zamandır parmağım ağrıyor” diyordu. Bu cevabı duyunca adam, Hz. Sehl’in [rahmetullahi aleyh] parmağını niçin sardığını anladı. Hocasına riayet düşüncesiyle parmağını sarmıştı.
Bir müddet sonra Sehl Tüsteri Hazretleri [rahmetullahi aleyh], duvara yaslanmış, bağdaş kurmuş bir şekilde gördüler. Yer yer ayaklarını da uzatıyor ve talebelerine: “İstediğiniz her şeyi sorabilirsiniz” diyordu.
Herkes çok şakındı. Hocalarına ne olmuştu acaba?... Zira daha önce onu hiçbir böyle görmemişlerdi. Dayanamayıp:
-Efendim, bir şey mi oldu? Daha önce böyle davranmazdınız?
-Bir insanın hocası hayatta olduğu müddetçe kendisine edeb yaraşır, buyurdu.
Talebeleri, o gün Zünnun-i Mirsi Hazretlerinin [rahmetullahi aleyh] vefat ettiğini öğrendiler.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadi hazretleri [kuddise sırruh] şöyle buyurmuştur:
“Kâmil mürşidlerden feyiz almanın üç yolu vardır:
1. İhlâs.
2. Edeb. Zira feyiz kâmil mürşidlerin kalplerinden alınır. Onların kalbi ise, ihlâs sahibi olmayan ve edebe riayet etmeyen kimselere meyletmez.
3. Kalp ehli mürşidlere muhabbet beslemek (ve tâbi olmaktır).
Çünkü onlara beslenen bu muhabbet, feyzin çoğalıp artmasına sebep olur. Bu üç hususiyet müridde arttığı müddetçe, mürşidden feyiz almak da o nisbette kesintisiz devam eder. Ancak bu muhabbet doğruluk üzere olmalı, yapmacık ve zorla olmamalıdır. Çünkü muhabbet, müridin bâtınından (iç âleminden) mürşidin bâtınına akan manevi bir nehirdir. Mürid de bu muhabbet vesilesiyle mürşidinin bâtınından feyzi devamlı olarak cezbeder, kendine doğru çeker. Bu manevi nehrin genişliği, müridin mürşidine karşı beslediği muhabbetinin az veya çok olmasına bağlıdır.”
Dinimiz, riayet edeceğimiz hududu tespit etmiştir. Uyacağımız hudutlar belli olmasaydı nefis ve şeytanın bizi aldatması muhakkaktı. Dinin, hudutlarını aşmak muhabbet ve gayrete zıttır. Bu nedenle Kur’an’ın belirlediği sınırı aşmak veballerin en büyüğüdür.
Tasavvufun bazı âdapları vardır. Bâtıl şeyler ihdas etmek, bu yola bid‘at sokmak, büyük âdapsızlıktır. İnsan edebe riayet ederse, ona uyarsa bütün ameller güzel olur. O olmadan hiçbir başarı elde edilemez. Önce kendimiz edebe dikkat edeceğiz. Zira sâdâtların,
“Yapmadığınız şeyleri sûfîlere söylemeyin, etkili olmaz” demeleri boşuna değildir. Sûfî edepli olmalıdır.
Gavs-ı Cihan Hazretleri [kuddise sırruhû] buyuruyor ki:
“Bir sûfî muhabbet ehli olmasa bile âdaba dikkat ederse biz onu asla bırakmayız. Âdaba riayetin menfaati çok fazladır. Âdaba riayet edenin en büyük yardımcısı hem sâdât hem de Hz. Peygamber’dir [sallallahu aleyhi vesellem]. Bu yolda olgunluğa el öpmekle değil edeple erişilir. Edebe aykırı haller kalbe zarar verir.”
Kulların yaratılmasından maksat kulluk yapmalarıdır. Kulluğun en üst derecesi ise Allah Teâlâ’yı görüyormuş gibi ibadet etmektir. Bu dereceye ulaşmak ancak nefis tezkiyesi ile mümkündür.
Peygamberlerin [aleyhimüsselâm] vefatından sonra bu işi, onların vârisleri ve üstün ahlâklarıyla ahlâklanmış ilmiyle amel eden âlimler ve kâmil mürşidler üstlenir. Fakat bu işin birtakım şart ve âdabı vardır. Çünkü insanı ancak kendisine (silsile yoluyla) izin verilen, tezkiye yollarını, şeytanla nefsin hilelerini, diğer şart ve âdapları bilen kâmil bir kimse irşad edebilir.
İbnü’l-Arabî [kuddise sırruhû] şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzünde şeyhler kendi zamanlarında Hakk’ın vekilidir (İslâm’ı yaymak ile mükelleftir). Onlar peygamberlerden şeriat ilimlerini miras alan vârislerdir. Fakat onlar din adına hüküm koyamazlar; onlar genelde şeriatı korumakla yükümlüdür ve hüküm koyma yetkileri yoktur. Özelde ise âdaplara riayet etmek ve kalpleri muhafaza etmekle sorumludurlar. Onlar tabip konumundaki ârif-i billah zatlardır. Dolayısıyla şeyh şeriatın ve kalplerin muhafazasını kendinde toplar.”
Şeyh Abdurrahman Tâhî [kuddise sırruhû] şöyle buyurmaktadır:
“Yeni intisap eden müridlere talimatı iyi verin, güzel eğitin. Bildiğiniz şeyleri sohbet usulü içinde anlatın. Tarikatın âdabını onlara güzel bir şekilde belletin. Eğer bazı sûfîler müridliklerini zamanla kaybediyorlarsa, sebebi âdap ve eğitim eksikliğidir.”
Menkıbe
Bir gün Hazret Şeyh Muhammed Diyâüddin’e [kuddise sırruhû] gelerek şöyle derler:
“Kurban bir şeyh var, kendisine gelenleri kırk günde mezun ediyor, halifelik veriyor Hazret orada bulunan bir mollaya sorar:
- Molla bir eşeğin yavrusu kaç günde ayağa kalkar, kaç gün sonra annesiyle beraber dolaşmaya başlar?
- Kurban, iki veya üç gün içinde anasıyla beraber dolaşır, onun arkası sıra koşmaya başlar.
- İnsanın yavrusu, çocuğu ne kadar zamanda kalkıp anası gibi dolaşır?”
- Efendim insan çocuğuna en az bir iki sene emek verdikten, zahmeti çekilip bakımı yapıldıktan, süt verip beslendikten sonra ancak ayağa kalkıp yürüyebilir. Hem de bir defada da ayağa kalkamaz. Önce emekler, yerde sürünerek yürür, sonra tutunarak yürür. Anne ve babasının uzun çalışmaları, çok emekleri neticesinde ancak bir iki sene sonra yürümeye başlar.’
- ‘Peki eşek yavrusuna ne derler, insan yavrusuna ne derler?’
- ‘Efendim eşeğin yavrusuna sıpa derler, eşeğin sıpası derler. Ama insan yavrusuna ise insan derler.’
Yazarın Diğer Yazıları
- ABDÜLHALİK GÜCDÜVÂNI - 26 Şubat 2025
- SULTAN ABDÜLHAMİD'İN FİLİSTİN POLİTİKASI - 24 Şubat 2025
- SOHBETİN KIYMETİ FAZİLETİ - 22 Şubat 2025
- ALAADİN ALİ ESVED KARAHİSARİ H.Z - 08 Şubat 2025
- ABAPÛŞ-İ VELİ - 07 Şubat 2025
- İZZEDDİN KASSAM - 01 Şubat 2025
- EVLİYANIN SIKINTI İLE İMTİHANI - 28 Ocak 2025
- MUSİBETLERE SABIR - 21 Ocak 2025
- EBÛ ALİ FARMEDÎ KUDDİSE SIRRUHÛ - 16 Ocak 2025
- AFYONKARAHİSAR ERENLERİNDEN KESKİN OĞLU MEHMET EFENDİ - 01 Ocak 2025
- AFYONKARAHİSAR EVLİYALARINDAN YAHŞİ VE BAHŞİ BABALAR - 31 Aralık 2024
- HİÇ DÜŞÜNDÜNÜZ MÜ? NEDEN BU HALDEYİZ? - 04 Aralık 2024
- MEVLÂNA ALAADDİN ESVED EFENDİ (NUR MEHMET EFENDİ) - 29 Kasım 2024
- DESTÎNE HÂTUN - 28 Kasım 2024
- KARİA SURESİ - 25 Kasım 2024
- MEVLEVİ ŞEYHİ ÂDEM DEDE - 20 Kasım 2024
- BEYYİNE SURESİ - 18 Kasım 2024
- HACIBEYLİ KÖYÜ ERENLERİ VE (SIRACA ÇIBANI VEYA KEMİK VEREMİ) - 14 Kasım 2024
- KADINANALAR - 11 Kasım 2024
- HZ. MEVLANA VE SELÂHADDİN-İ ZERKÛB - 06 Kasım 2024