Trikupis. Yutkunarak: Bu iş bitti arkadaşlar!
Kasabanın içi çalkalanıyordu. Ortalıkta, nereden çıktığı belli olmayan haberler dolaşmaktaydı. Öbek öbek olmuş insanlar, yeni haberler duyabilmek için, oradan oraya koşuşturup duruyordu. Ulucami yakınındaki kalabalık, Cinci Kocakafa’yı dinliyordu. İri gövdesi, beyazlaşmış gür sakalı, yeşil gözleriyle, oldukça heyecanlı:
-Düşman, karşı saldırıya geçince, bizimkiler bozulup geri çekilmeye başlamış, diye konuşuyordu.
Halk, Kocakafa’dan çok korkardı. Cinci olarak bilindiği için, insanüstü güçleri olan biri olarak görürlerdi. Kızanlar da vardı. Bunlardan biri olan Topal Mehmet, tahta bacağıyla yaklaştı. Koltuk değneğine yaslanarak:
-Nerden duydun bu haberleri? Cinlerin mi söyledi? diye sordu.
Kocakafa, Topal Mehmet’e çok kızardı. Hiç hoşlanmazdı ondan. Öfkeyle bakıp:
-İblis! Dinsiz köpek! Mendebur! diye bağırdı.
Topal Mehmet:
-Hoooop! Hop dedik! Yavaş ol! O dediğin vasıflar sana daha çok yakışır, diye çıkıştı.
Kocakafa, önündekileri iterek, Topal’a doğru yürüdü.
-Zındık! diye bağırdı.
-Kandırma bu güzel insanları! Haberi nerden duyduğunu söyle de biz de öğrenelim, dedi Topal.
Kocakafa, daha da hırçınlaştı. İki kişi, Kocakafa’yı zorlukla durdurdu. Topal yılmadı:
-Bırakın len! Bırakın da gelsin! Üfürükçü, yalancı deyusun geleceği varsa, göreceği de var, diye meydan okudu.
Kocakafa, kendini tutanlardan kurtulmak için çırpınıyordu. Başındaki sarığı düşmüş, kafası ayna gibi parlıyordu. Araya girenler, Topal Mehmet’i kolundan çekerek uzaklaştırdı. Kocakafa, adamların arasında bağırmaya devam ediyordu.
Halkı sevindiren haber, öğle saatlerinde geldi. Çarşıdaki kalabalığa yaklaşan, Şuhut Nahiye Müdürü:
-Duyduğunuz her habere inanmayın! Sizlere sevindirici haberlerim var, dedi.
Müdürün çevresi, birden kalabalıklaştı. Sevindirici bir haber vereceği, gözlerinden belliydi. Kalabalığa göz gezdirdikten sonra konuşmasına devam etti:
-Aslı astarı olmayan haberlere itibar etmeyin. Az önce bir telefon aldım. Düşmanın elinde bulunan çoğu cephe, askerlerimiz tarafından alınmış durumda. Allah askerlerimize güç kuvvet versin! Zafer bizim olacaktır!..
Kalabalık birden coştu. Sevinç gösterileri yapmaya başladı. Duyanlar çarşıya döküldü. Çoluk çocuk, yaşlı genç, çok sayıda insan, coşkuyla bağırmaya başladı. Haber anında yayıldı. Bazı insanlar, eşeklere binerek, Kocatepe’ye doğru yola çıktı. Çakırözü Köyü ile Kocatepe arasındaki yol çok kalabalıktı. Asker sivil karışık, giden ve gelen kağnılar vardı. Yukarı doğru çıkıldıkça, top ve tüfek sesleri işitilmeye başladı. Üzerlerinden, peş peşe iki uçağın geçmesiyle korkuya kapıldılar. Şimdiye kadar, hep düşman uçakları gördükleri için, bu uçakları da düşman uçakları sanıyorlardı. Yolcuların arasında bulunan bir zabit, yanındakilere dönerek:
-Korkmayın babalar! Bu uçaklar bizim! diye bağırdı.
Zabitin bu sözüyle, sevinç naraları duyuldu. Akşam üzerine doğru, savaşın yoğun olarak yaşandığı yerleri görebilecekleri tepelere varmışlardı. Karşı tepeler, dereler ve bayırlar duman içerisindeydi. Top mermilerinin düştüğü yerler açık olarak görülüyordu. Tutuşan kuru otlar, yer yer yanmaktaydı. Askerler engel olmasa, daha ilerideki bir tepeye kadar gideceklerdi. Bulundukları yerden, daha aşağıları seyretme olanakları yoktu. Hava kararıncaya kadar baktılar. Patlayan topların alevleri çok net görünüyordu. Yanında on kadar askerle gelen bir zabit:
-Hadi bakalım emmiler, babalar, bu kadar seyir yeter. Evlerinize dönün artık, dedi.
Biraz daha seyredebilmek için, zabite yalvarmaya başladılar. Zabit kararlıydı. Adamları toplayıp, tepeden indirdi. Karanlık başlamıştı. Eşeklerine binen adamlar, sevinç içinde geri döndü. Şuhut’a geldiklerinde, gece yarısı olmuştu. İnsanlar halâ ayaktaydı.
İki gündür, yorgun ve uykusuz düşen süvariler, Büyük Taarruz’un başladığı günün akşamı, oldukça yorgun görünüyordu. Atlar da, süvariler de bitkindi. Daha savaşın ilk gününde, Sincanlı Ovası’ndaki köyler ve dağlar kontrol altına alınmıştı. Çayhisar, Kırka, Tokuşlar, Balmahmut ve Sincanlı’yı ele geçiren süvariler yorgundu. Atlarında dinlenmeye ihtiyacı vardı. Ağaçlık bir yerde mola vererek, atların torbalarını taktılar.
Afyon Cephesi’nden gelen sevindirici haberle coşmuştu süvariler. Yunan Ordusu daha ilk gün üçe bölünmüş, aralarındaki irtibat kesilmişti. Afyon’daki 1. Yunan Kolordusu çok zor durumdaydı. Yunan Generali Trikupis, 2. Kolordu’dan takviye istemişti. Bu takviyenin yapılmasını engelleyen süvariler oldu. Düşman, kuzeye doğru çekilmek zorunda kalmıştı. Uçakları da keşif yapamaz durumdaydı. Çay tarafında üstlenen Türk avcı uçakları, düşman uçaklarının korkulu rüyası olmuştu.
İkinci Ordumuzun baskısı, Eskişehir’de bulunan 3. Yunan Kolordusu ile Kütahya tarafında bulunan 2. Kolordularını panikletti. Düşman süvarileriyle karşılaşan, Türk Süvarileri, yaptığı manevralarla, düşmanı şaşkına çevirdi.
Güneş batmak üzereydi. Patlamalar durmuş, arada bir silah ve top sesleri işitiliyordu. Ahmet’in de içinde bulunduğu Akıncı Bölüğü, konaklamak için Güneyköy kıyısında durdu. Köylülerden, arpa ve saman almak için, köy içine giden süvarilerin getirdiği haber, Yüzbaşı’yı kızdırdı. On kadar düşman askerinin, bir grup köylüyü bir eve hapsederek, esir tuttuğu haberi gelmişti. Yüzbaşı:
-Bu da nerden çıktı böyle? diye öfkelendi. Tam da dinlenmeye çekileceğimiz sırada!..
Yanına, yirmi kadar gönüllü süvari alarak, köy içine girdi. Esirlerin tutulduğu evin kıyısında, köylüleri dinlemeye başladı. Esirlerin tutulduğu evin çevresi, köylüler tarafından sarılmıştı. Evdeki düşman askerleri, kim yaklaşmaya kalkarsa, kurşun yağmuruna tutuyordu. Köylülerden Rumca bilen yoktu. Düşman askerleri içinde de Türkçe bilen olmadığından, anlaşma sağlanamıyordu. Durumu öğrenen Yüzbaşı:
-Bu ev kimin? diye sordu.
Orta yaşlı bir adam, çaresizlik içinde:
-Ev benim Kumandan! dedi.
Yaşlı bir kadın:
-Kurban olduğum! İçerde gelinimle torunlarım var, diye ağlıyordu.
Evin çevresini inceleyen Yüzbaşı, içeriye adam sokabilmenin bir yolu olup olmadığını araştırıyordu.
Ev sahibine dönen Yüzbaşı:
-Evin arkasında, içeriye kolay girebileceğimiz bir yer var mı amca? diye sordu.
-Arka tarafta, kapı pencere yok!
-Öyleyse, duvarı yıkarak girmeliyiz içeriye.
Ev sahibi:
-Arkada bir kapı yeri vardı Kumandan. Kullanmadığım için kerpiçle kapatıp sıvamıştım. Yeri de bellidir. İki kazma vurduk mu yıkılır! dedi.
Yüzbaşı, çevresini saran adamlara:
-Beni iyi dinleyin ağalar, dedi. Arkadaki kapı yerini yıkıp, içeri gireceğiz. Hemen iki kazma getirin! Uzamasın bu iş. Bu tarafta sürekli gürültü çıkarın ki, arkadaki takırtıyı duymasınlar. Korkmayın hiç! Çocuklarınızın burnu dahi kanamayacak. Ortalık iyice kararmadan bitmeli bu iş.
İki baltalı adam hazırdı. Atıcılıkta usta, becerikli beş süvari seçerek arkaya gönderdi. Ön tarafta ise, silahlar patlatıp, pencereyi taş yağmuruna tuttular. Kadın ve çocuk sesleri bir-birine karıştı. Düşman askerleri, bu seslere bir anlam veremedi. Şaşırmışlardı. Korku içinde, dışarıya doğru, rastgele ateş açıyorlardı.
Süvariler, arkada açılan kapı yerinden, içeri çoktan girmişti. Sonradan örülen kapı yeri kolay açılmıştı. Arkadaşlarından bazılarının vurulduğunu gören düşman askerleri, ne olduğunu anlayamadan, ellerini kaldırarak teslim oldu. Neler olduğunu rehineler bile anlayamamıştı. Ahmet, oda içinde ağlaşan kadınlara:
-Korkmayın bacılar! Kurtuldunuz! diye seslendi.
Bir başka süvari, avluya açılan kapıyı açarak, dışarıdakilere:
-İş tamam Yüzbaşı’m! diye seslendi.
Silah elde bekleyen süvariler, arkadaşlarının sesini duyar duymaz, içeri daldı. İçerden bir ses:
-Korkmayın bacılar! Çıkın dışarıya! diye bağırdı.
Çocuklarını kucağına alan rehineler, birbirlerini ezercesine hücum etti kapıya. Ağlaşma, bağrışma içinde, kadın erkek birbirine karıştı. Köylüler de sevinç içinde avluya doluştu. Kurtulmanın sevinciyle, birbirlerine sarılıyorlardı. Dua ederek, süvarilere sarılanlar da vardı. Yüzbaşı, esir askerleri duvar kıyısına dizdi. Çoğu yaralıydı. İki tanesi, kafasından vurulduğu için ölmüştü. Köylüler, esirleri kendilerine bırakması için, Yüzbaşı’ya yalvarıyordu. Düşman askerleri ise, yalvaran gözlerle bakıyordu Yüzbaşı’ya.
Esir askerleri köylülere teslim eden Yüzbaşı, süvarileri yanına alarak, köy dışına çıktı. Bir an önce dinlenmek istiyordu. Süvarilerin çoğu, uykuya dalmıştı. Atının yanına dönen Ahmet, battaniyesini alarak, bir ağaç altına geldi. Yanında sadece Aliosman vardı. Heybedeki çamaşırlarını yastık yaparak, battaniyesinin üzerine uzandı. Ayaklarını en son kendi köyünde yıkadığını hatırladı. Yerinden kalkarak, az ilerdeki çeşme başına gitti. Ayaklarını ve çoraplarını yıkayıp, matarasını da suyla doldurdu. Hiç beklemeden uzandı battaniyesinin üzerine. Uyumuş olmalıydı arkadaşı. Bir sigara yaktı. Aklına, Yörük kızı gelmişti. Çantasındaki ipekliyi çıkarıp, kokladı. Gözlerini yumarak, bir süre öyle kaldı. Yörük kızını ne kadar çok sevdiğini, şimdi daha iyi anlıyordu. Bir an kendini onun yanında düşündü. Dalmıştı. Kendine geldiğinde, elindeki sigarasını ağzına götürüp, bir nefes almak istedi. Sigara çoktan sönmüştü. Az ileriye fırlatıp, battaniyenin bir ucunu üzerine çekerek, gözlerini yumdu. İpekliyi ise, sivrisineklerden korunmak için yüzüne örttü.
Büyük Taarruzun ikinci günü, karşı taarruz için hazırlık içinde olan Yunan Kolordusu subay ve askerleri, şaşkınlık içindeydi. Türk Askeri, şafak sökmeden saldırıya başlamıştı. Bu hücum öylesine güçlüydü ki, düşman, karşı hücumu bırakıp, savunmaya geçmek zorunda kaldı. Daha ilk saldırıda, siperlerini bırakarak, gerideki siperlerine çekildiler.
Top sesleriyle uyanan Afyon halkı, yataklarından fırladı. Bu saldırı, Afyon içindeki düşman karargâhını panikletti. Cephe Komutanı Trikupis, öfkeden deliye dönmüştü. Çevresindeki subaylara bağırıp çağırıyordu. Oturduğu masayı ve sandalyeyi tekmelemeye başladı. Hazır durumda bekleyen zabitlerine dönerek:
-Dokuzuncu Tümen yardıma gelseydi, bu kadar zor durumda kalmazdık! dedi. Ya İkinci Kolordumuza ne oldu? Haber bile alamıyoruz! Kendi başımızın çaresine bakmak zorundayız! Direnmekten başka yol yok!
Umutsuzluk, bütün zabitlerin yüzlerinden okunuyordu. Trikupis, yaverini yanına çağırıp, 2. Kolordu’nun, neden hücuma kalkmadığını öğrenip, acele bilgi getirmesini istedi. Emri alan yaveri, hızla çıktı kapıdan. Karargâhtaki, generallerin tedirginliği, korkuya dönüşmüştü. Sadece Trikupis’i gözleriyle izlemekteydiler. Trikupis, odanın içinde, bir duvardan öbür duvara doğru, hızla gidip geliyordu. Duvarı tekmeleyip, yeniden bağırdı:
-İkinci Kolordu’nun, Afyon Ovasına doğru hücuma kalkması şart! Çay tarafına doğru bir baskı oluşturamazsak, buralarda tutunamayız! Nerde kaldı bu yaver?
Sözünün sonunu getiremedi. Duyduğu gürültüyle irkildi. Üzerlerinden geçen uçak, makineli ateşi açarak, uzaklaşmıştı. Fırlatılan iki bomba ise çok yakınlarında patladı. İçerde, ne yapacaklarını şaşırdılar. Çıldırmıştı Trikupis! Avazı çıktığı kadar:
-Düşman uçakları cirit atıyor üzerimizde! Bizimkiler nerede? diye bağırdı.
Komutanlar, karşılık vermekten korkuyordu. Yaverinin hızla içeri girdiğini görünce, umutla bekledi. Yaver, elindeki bir kâğıdı Generale uzatıp, iki adım geri çekildi. Trikupis, kâğıdı açarak okumaya başladı. Yüzü, aniden renk değiştirdi. Yeniden bağırmaya başladı:
-Hücuma kalkmaları imkânsızmış! Türk Süvarileri ile başları dertteymiş! Düşman, İkinci Ordusu’yla da hücuma geçmiş! (ayaklarını yere vurarak) Nasıl düştük bu hale? diye bağırmaya başladı.
Kendini izlemekte olan bir albay:
-Generalim! Ne yapacağımıza bir an evvel karar vermek zorundayız. Geçen her dakika aleyhimize işlemekte! dedi.
-Haklısın! Hemen, çarpışmayı sürdüren askerlerin yanına gitmelisiniz! Direnmekten başka çare yok! En azından bu geceye kadar direnip, ne yapacağımıza öyle karar vermeliyiz. Beklemeyin, bir an evvel ulaşın cepheye!..
Komutanlar, karargâhtan çıkmak için harekete geçtiklerinde, Tümen Komutanlarından biri, hızla içeri daldı. Bu gelen, General Dimaras’tı. Generalin telaşını görenler, oldukları yerde, taş heykel gibi hareketsiz kaldılar. Dimaras’ın hali hâl değildi. Oldukça moralsiz ve perişan bir görünüşü vardı. İçeri girer girmez, en yakın koltuğa bırakıverdi kendini. Ne olduğunu sormaya korkuyordu Trikupis. Yutkunarak:
-Ne oldu General? diyebildi. Nedir bu halin?
Dimaras, ağlamaklı:
-Bu iş bitti arkadaşlar! dedi.
Trikupis, öfkeyle bağırdı:
-Söylediklerini kulakların duyuyor mu General?