İmam’ın ismi en-Nu’mân.[1] Baba adı “Sâbit”, künyesi “Ebû Hanife” [2], en meşhur lakabı “el-İmâmu’l A’zam”dır.[3] Şeceresi: en-Nu’mân b. Sâbit b. Nu’mân b. Merzubân b. Zûta b. Mâh şeklindedir.
[4] Çoğunluk Kûfe’de doğduğu kanaatindedirler.[5] Doğum tarihinde Abdulmelik b. Mervân (ö.86/705) döneminde doğduğu şeklindeki görüş genel bir kabul görmüştür.
Ebû Hanîfe Fârisî kökenlidir.[10] Arap kökenli olup nesebinin Ensarlı Zeyd b. Esed (ö.?) ’e dayandığı [11] hatta yaşadığı bölgede Türk kabilelerinin yaşamasına nazaran Türk asıllı olabileceği [12] öne sürülmüştür.
Ailesinin aslen Nesâ’lı,[13] Enbâr’lı,[14] Kâbil’li,[15] Bâbil’li,[16] Tirmiz’li[17] olduğu şeklinde nakiller vardır. İlgili rivayetlerden ailesinin köken itibarıyla Afganistan’ın Kâbil bölgesinden hareketle adı geçen şehirlerde konaklayarak en sonunda Kûfe’de karar kıldıkları anlaşılmaktadır.[18] Ailesinin varlıklı bir aile olduğu [19], bez ve hazır elbise ticaretiyle uğraştıkları bilinmektedir. Ailesinin, kardeşlerinin ve diğer akrabalarının isim ya da kimlikleri hakkında kaynaklarda bir bilgi bulunmamaktadır.
Ebû Hanîfe iki evlilik yapmıştır.[20] Evliliklerinden Hammâd isimli bir oğlu ve ismini tam tespit edemesek de (muhtemelen Hanîfe) bir kızı olmuştur.[21]
Çocukluk günleri el-Haccâc b. Yûsuf (ö.95/713)’un Irak valiliği günlerine (75-95/693-713) rastlar.[22] Daha küçük yaşlarda çarşıyla ve ticaretle tanışır.[23] Diğer yandan da beş veya yedi yaşlarında iken sahabi Abdullâh b. Ebî Evfâ’yı (ö.87/705) görür.[24] Sahabi Enes b. Mâlik’i (ö.93/711)’de yine bu yaşlarda görmüş olmalıdır.[25] On altı yaşlarına geldiğinde babası onu beraberinde hacca götürür. Mekke’de Sahabeden Abdullâh b. el-Hâris (ö.?) ’i görür, ondan hadis dinler.[26] Buna göre on altı yaşlarında iken babası daha sağdır. Annesi ise İmam, Emevilerin zulümden kaçarak Mekke’ye hicret edinceye kadar hayattadır.[27]
Çarşıya devam ettiği günlerde bir yandan ticaretle meşgul olurken, bir gün eş-Şa’bi’yle (ö.103/721) bir araya gelir. İlim tahsiliyle meşgul olmadığını öğrenen eş-Şa’bî ona ilim tahsiline yönelmesini tavsiye eder ve şöyle der: “İlimle meşgul ol ve ulemânın ders halkalarına devam et. Ben sende ilim için uygun bir zekâ ve kabiliyet görüyorum.” [28]
Eş-Şa’bî’nin bu nasihati üzerine ilme yönelir. İlme yönelmesinden sonra dînî tartışmalara katılmaya başlar. Bunun için kelâmın revaçta olduğu Basra’ya defalarca gider.[29] Bu sıralar (yaklaşık olarak 100/718) Kûfe mescidinde bir de “kelâm halkası” oluşturur.[30] Ve bir kelâmcı olarak parmakla gösterilecek kadar meşhurlaşır.[31] Beş altı sene kadar sürmüş olduğu anlaşılan bu tartışmalarla dolu günler sırasında, onun kelâmda olduğu gibi diğer ilimlerde de mâhir olduğunu sanan çarşı esnafı ona fıkhî meseleler ile ilgili sorular sorarlar.[32] Kûfe mescidindeki kelâm halkasına da gelip ona fıkhî sorular yöneltenler olur.[33] Arkadaşlarıyla birlikteyken amelî bilgilerde yetersiz olduğunu görmesini sağlayan olaylar cereyan eder.[34] Bir yandan da kelâmla uğraşanların hevâlarının esiri olduklarını, Kur’an ve Sünnet’e Selef gibi sarılmadıklarını, Selefin metodlarından uzak olduklarını, üzerlerinde salihlerin simâsı olmadığını, yaşantılarının onların yaşantısına benzemediğini fark eder.[35]
Bunun üzerine kelâmla uğraşmayı terk edip (yaklaşık olarak 102/720) kendisini ticarete verir.[36] Ama bu sıralarda gördüğü bir rüya üzerine tekrar ilim tahsiline geri döner.[37]
İkinci defa ilim tahsiline yönelmesi sırasında bu defa bütün ilimleri faydaları açısından inceler. Ve aralarında en faydalı ilim olarak fıkıh ilmini seçer.[38] el-Mekkî ve el-Kerderî’nin nakillerine bakılırsa dönemindeki fakihleri ziyaret edip onların hakkında bir incelemede bulunmadan Hammâd b. Ebî Süleyman’ın (ö.120/737) meclisinde karar kılmamıştır.[39] On sene kadar Hammâd’ın meclisine devam ettikten sonra bir ara (yaklaşık olarak 112/730) ayrılıp kendi meclisini kurmaya karar verir. Ama o günlerde karşılaştığı birtakım olaylar onu bu kararından vazgeçirir ve hocasına vefat edinceye kadar bağlı kalır.[40]
Hammâd vefat edince önde gelen talebelerinden Muhammed b. Câbir, (ö.?), Ebû Bekr en-Nahşelî (ö.?) ve Ebû Bürde el-Atabî (ö.?) önce Hammâd’ın oğluna ders halkasının başına geçmesini teklif ederse de o bu işi yürütemez ve Hammâd’ın meclisinin imamlığı Ebû Hanîfe’ye teklif edilir. İmam: “ilmin kaybolup gitmesini istemem” deyip görevi kabul eder [41] (yaklaşık olarak 120/737). Ve böylece onun ölünceye değin sürecek tedris hayatı başlar.
Ebû Hanîfe’nin, hocası Hammâd’ın yerine ders halkasının başına geçmesinden kısa bir süre sonra 121h’de Zeyd b. Alî (ö.122/730)’nin Emevi halifesi Hişam b. Abdülmelik (ö.125/742)’e kıyamı gerçekleşir.[42] Ebû Hanîfe bu kıyamı Rasulullah (sas)’ın Bedir’deki çıkışına benzetip mali yardımda bulunur.[43] Bununla birlikte Emeviler bu olaydan dokuz yıl sonrasına kadar, ona dokunmazlar. Zeyd b. Ali’den sonra Yahyâ b. Zeyd (ö.125/742)’in 124 h.’lerde Horasan’da,[44] ardından meşhur Harici ed-Dahhâk (ö.128/745)’ın[45] 127 h.’lerde peş peşe gelen isyanları Emevilerin Ebû Hanîfe ve benzeri ûlemeya tavır almalarını engellemiş olmalıdır.
O dönemin Irak valisi İbn-u Hubeyrâ (ö.?) başta Ebû Hanîfe olmak üzere diğer ulemâyı susturmak için onlara devlet görevleri teklif eder. Kabul edenler yönetime karşı tenkidlerinde inandırıcılıklarını yitireceklerdir. Kabul etmeyenlerin başında Ebû Hanîfe gelir. Ve hapsolunur.[46] Her türlü eziyet yapılırsa da İmam kararından dönmezse şöyle der:
“Bana Vâsıt mescidin kapılarını say dese, onu bile kabul etmem.”[47]
Bütün yolları denemesine rağmen Ebû Hanîfe’yi ikna edemeyen vali, onu arkadaş ve dostlarıyla istişare etmesi için salıverir. İmam da bir fırsatını bulup Mekke’ye hicret eder.[48] Bu olay o elli yaşlarındayken 130 h. yıllarında gerçekleşir. Yönetim Abbasilere geçinceye kadar Mekke’de kalır. İkinci Abbasi halifesi el-Mansûr (ö.158/773) döneminde 136 h.’de altı senelik Mekke hayatından sonra Kûfe’ye geri döner.[49]
Önceleri el-Mansur’la ilişkileri gayet olağandır. Halife onu saygıyla karşılayıp izzet-i ikramda bulunur, ilmini över, Onu “dünyanın en önde gelen fakihlerinden” olarak niteler,[50] kendisine yakın tutmak ister. Ama İmam:
“Beni kendine yaklaştırırsan fitnelendirirsin, uzaklaştırdığın takdirde de bana cefa ve eziyet edersin” deyip usûlünce bundan kaçınır.[51]
Sonraki dönemlerde aradaki köprülerin atılmasına, ilişkinin bozulup, güvenin zedelenmesine bakılırsa halifenin onu Câfer es-Sâdık’la (ö.148/765) münazara etmesi için yanına davet etmesi,[52] hanımıyla arasında çıkan bir anlaşmazlığı halletmesi için ona başvurması, *[53] Basra isyanı,[54] Musul halkının emanlarının durumu [55] ve Haricilerle barış yapılması halinde uygulanacak hukukî ölçüler üzerine onunla istişareleri[56] hep bu dönemde gerçekleşmiş olmalıdır.
Zulmetmeye başlaması üzerine el-Mansûr’la ilişkileri gerginleşir. El-Mansûr’la Ebû Hanîfe’nin arasında geçen emanlarıyla ilgili konuşmadan sonra halifenin şu sözleri ilişkinin bozulmasının ilk habercilerindendir:
“Ey Şeyh, doğru olan senin söylediklerin… Şimdi memleketine dön ve halkı imamına karşı kışkırtacak şekilde fetva vermekten de uzak dur.[57] Her ne kadar daha önceleri fetvadan men edilerek ihtar edilmişse de [58] bu ona yapılan ilk en ciddi ihtar olmuştur. 114 h.’lerin sonlarına doğru el-Mansûr önceleri kendisinin de imam olarak biat ettiği Muhammed b. Abdullah (ö.145/762)’a ve kardeşi İbrahim’e (ö. 145/762) karşı tavır alıp, Ehl-i Beyt mensuplarını siyasi takibe tabi tutarak işkence etmeye başlayınca [59] Ebû Hanîfe de açıkça halifeyi hedef alan eleştiriler yapmaya başlar. El-Mansûr’un isyancıları öldürme planlarına onun huzurunda karşı çıkar ve bunun yanlışlığını şer’an ispat eder.[60] Abbasi yönetimine muhalif tavrı bunlarla da kalmaz.
Medine’de kıyam eden Muhammed b. Abdullah’a biat eder.[61] Onun öldürülmesi üzerine halkı Basra’da kıyam eden İbrahim b. Abdullah’ın saflarına katılmaya davet ve teşvik eder.[62] Gizlice İbrahim’le mektuplaşır, onu Kûfe’ye davet eder.[63] el-Mansûr hilafetini meşruiyeti üzerine tartışmaların yaygınlaştığını görünce İbn-u Ebi’z-Zî’b (ö.158/773) İmam Malik (ö.179/794) Ebû Hanîfe, el-A’meş (ö.148/765) ve Süfyan es-Sevrî (ö.161/776) gibi ulemâyı huzurunda toplar ve görüşlerini sorar. İmam bu görüşmede de inandığı doğruları olduğu gibi en net bir şekilde belirtip şöyle der: “Hilafet makamına geçtin ama üzerinde şûra ehlinden iki kişi dahi ittifak etmediler. Hâlbuki bu makama müminlerin meşvereti ve rızalarıyla gelinir.” [64] Bu cevap üzerine ilişkiler kopar.
El-Mansûr, Ebû Hanîfe’yi kendi safına çekemediği için zaten ona kızgın iken, onun gelişen olaylarda bir siyasi lider gibi davranması, halifeye karşı tavır koyup muhaliflerini desteklemesi, onlarla yazışması, yönetimin şer’an meşru olmadığını söylemesi, hatta el-Mansûr’un en seçkin komutanlarından Hasan b. Kuhtuba’yı yönetimin zulümlerine alet olmaktan uzak durması hususunda ikna etmesi [65] bu kızgınlığı düşmanlığa dönüştürür ve el-Mansûr, Ebû Hanîfe’yi öldürmeye azmeder.[66] >>DEVAMI VAR