Kıymetli okuyucularım. Bundan 26 yıl evvel Afyon Kocatepe Üniversitesi’nden “Bir Ay” düşmüştü Cennete. Arkadaşım, kardeşim, dostum merhum Himmet Biray, 3 Kasım 1995’te 37 yaşında Hakk’a bu topraklardan yürümüştü. Üniversitenin kurulduğu, mekân ve hoca sıkıntılarının yaşandığı, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanlığını yürüttüğüm yıllarda bizleri ve öğrencilerimizi yalnız bırakmayan hocalarımızdan biri merhum Himmet Biray kardeşim idi. Önceki haftalarda olduğu gibi Ankara’dan Afyonkarahisar üstüne güneş gibi doğmuş; sabahtan akşama kadar öğrencilerimize bilgisiyle, ilmiyle, kimliğiyle güneş olmuş, ışık olmuş, bereket olmuş, aşk olmuştu. O günün gecesinin karanlığında gözünün şavkı sönmüş, kalbinin ışığı kararmış ve gecenin karanlığından çıkıp sabaha karşı bu dünyadan “bir ay” olarak Cennete, asli vatanına, Allah’a uçup gitmişti.
Merhum Himmet Biray kardeşim; eserleri, dostları, yetiştirdikleri, değerli bilim insanı sevgili eşi ve biricik yavrusu Bengisu ile aramızda yaşamaktadır. Hakk’a yürüyüşünün 25. Yılında sevenlerinin çıkardıkları “Vefa” örneği hatıra kitabı onun yaşadığının manidar göstergesidir. Emeği geçenlerden Allah razı olsun. Rabb’im her kuluna böylesi samimi, içten, vefakâr dostlar nasip eylesin. Aramızdan ayrılışının 26. yılında Himmet Biray kardeşimi rahmetle yad eder; mekanının cennet olması dua ve temennisiyle, 9 Kasım 1995 tarihinde Türkeli gazetesine yayımlanan “Âlimin Ölümü Âlemin Ölümü Gibidir” başlıklı feryadımı sizlerle paylaşmak isterim:
“Sevgili dost, aziz arkadaş! Yüce Rabb’im seni bizden daha çok sevdi ve edebî âlemden alıp ebedî âlemine uçurdu. Mekânın Cennet, ruhun şad olsun... Bizler yetim kaldık bu fani dünyada. Yaşlı gözler, buruk kalpler hep seni arayacak, hep senin yolunu gözleyecek maddeten dar, manen hudutsuz sınıflarında... Boynu bükük öğrencilerin, her perşembe günü gelişinde hep seni sormak isteyecekler, buğulu gözlerle bakıp yüzüme... Ama soramayacaklar, yutkunup kalacaklar... Sensiz nasıl derse girer, nasıl bakarız o tertemiz, pırıl pırıl yüzlere!..
Vefakâr, cefakâr Hocam! Kış demedin, yaz demedin; Ankara’dan Afyon’a üç yıldır “Afyon benim de memleketim sayılır” diyerek hizmete, derse koştun. Çünkü buradaki halimizi biliyordun ve öğrenciler hocasız kalmasın istiyordun. Tek gayen Afyon’a, ülkene hizmet etmekti... Şimdi kendimi suçlu hissediyorum sevgili dostum. Bu dönem başlamadan evvel yaptığımız bir telefon konuşmasında “Mehmetçiğim, bu yıl işlerim çok fazla, ben gelmesem darılmazsın değil mi?” demiştin, şahsına münhasır o nazik üslubunla. Ben de “Himmetçiğim, buradaki sıkıntımızı biliyorsun. Ayrıca sen, başlattığın bir işi yarım, öğrencilerini de öksüz bırakmazsın. Hem sadece bu yıl değil, seneye de gelerek ilk mezunlarımızın mutluluklarını birlikte paylaşacağız...” demiştim. Beni kırmayıp derslere gelmeye, öğrencilerimizi bilgilendirmeye başlamıştın... Keşke ısrar etmeseydim... Şimdi hepten öksüz, hepten hocasız, hepten sensiz kaldık sevgili dost...
Peygamber Efendimiz “Her kim ayaklarını fi-sebilillah tozlandırır, Allah için bir iş görmek emeliyle yürürse, Cenabı Hak, o ayaklara nârı haram eder” buyurmuştur. Sevgili dost, sen de ayaklarının tozu, ellerinin tebeşiriyle ayrıldın aramızdan. Hizmet için, ilim için geliyordun buralara. Yine bir perşembe sabahı Ankara’dan geldin ve akşama kadar; bilgiye susamış gönülleri kandırdın ilim pınarından. Zaman zaman ağrıların arttı; aldırmadın, hissettirmedin öğrencilerine. Bunca yol ve ders yorgunluğuna rağmen o gece geç saatlere kadar dostlarınla, seni seven arkadaşlarınla sohbet ettin. Ankara’dan gelip Afyon’da hizmet veren dostlarının Ankara hasretliklerini gidermeye çalıştın...
Ve sabaha doğru ağrıların arttı Himmetim... Aklın yerindeydi, konuşuyordun. Misafir olarak evinde kaldığın ve çok sevdiğin Muharrem ve her yönüyle mükemmel yetişmesini arzuladığın ve yakından ilgilendiğin Musa ile birlikte evden çıktınız, arabaya kadar yürüyebildin. Mübarek Cuma gününün sabah ezanları okunuyordu Afyonkarahisar’da. Konuşmaya devam ediyordun. Hastaneye üç-beş yüz metre kala “Hava ne kadar da kirli” dediniz. Dostlarınızın yüzüne son kez baktınız ve hastaneye yaklaştığınız sırada bayıldınız... İlk müdahaleyi yapan hemşire, tansiyonunuzun 7 olduğunu söyledi ve serum taktı. Nöbetçi memur telefonla nöbetçi doktoru arayıp “tansiyonu 7 olan bir hasta geldi, acele geliniz” dedi. Nöbetçi olan ortopedi doktoru geldi. Sevenlerini odadan dışarıya çıkardı ve kısa bir süre sonra acı haberi verdi... Karahisar’da doğan güneşle birlikte bir ay batmıştı. Karahisar’a, üstümüze kara bir bulut çöktü... O günün sabahı karardı kaldı Himmet’im... Morga kaldırılırken kucakladığım vücudun sım sıcaktı... Gidişine bir türlü inanamıyor, içimden hep “acaba” diyor, gözlerimi ve ayaklarımı morgdan ayıramıyordum... “Heyhat!” Yalnız ve çaresiz kalakaldık gurbet elde, Karahisar’da, Afyon Devlet Hastanesinde...
Kurşun gibi kararıp kalan sabahın köründe telefonlar acı acı çaldı; Afyon’da, Ankara’da, Kütahya’da, Denizli’de... Sevenlerin, öğrencilerin doldurdular hastanenin bahçesini... Ağlamalar, feryatlar... Ve güneşin batımıyla birlikte verdik seni çocukluğunun geçtiği toprağa sevgili dost. Toprak ana seni de bastı bağrına. Buram buram Anadolu kokan o saf, o mübarek, o tertemiz insanların yaşadığı köyüne; yüzlerce defa altından geçtiğin, çocukluğunda kim bilir kaç defa üzerine tırmandığın o asırlık meşe ağacının altında Yaratanına teslim ettik seni... Dönüşümüzde gözyaşlarımıza bulutlar da katıldı. Sabahtan beri kararıp duran gökyüzü de salıverdi sicim sicim gözyaşlarını...
O günden beri Afyon ağlıyor, Ankara ağlıyor, Denizli ağlıyor, Kütahya ağlıyor ve memleket ağlıyor ardından canım kardeşim... Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (SAV)nın “Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir” Hadis-i şeriflerinin manasını şimdi çok daha iyi anladım hocam... Ruhun şâd, mekânın cennet olsun sevgili dost... Rabb’im rahmetiyle muamele eylesin, Cennetiyle cemaliyle müşerref kılsın Himmet’im...”.