(dünden devam)
Merhum babamın imamlık yaptığı camilerle ilgili olarak çocuk yaşlarda aklımda kalanlardan bazılarını da paylaşmak isterim. Bu köylerde elektrik olmadığı için ezan ve salâ var ise minareden, yok ise yüksekçe bir yerden bağırarak okunur idi. Çocuk sesimle bağırarak bu işi yerine getirmek pek hoşuma giderdi. Ankara Üniversitesinde ve Afyonkarahisar Üniversitesinde yaptığım kırk yıllık hocalık hayatımda mikrofon kullanmayışım ve sesimin gürlüğü kim bilir belki de buna bağlıdır.
Babamım imamlık yaptığı cami, her hafta cuma namazından önce baştan aşağı elden geçirilir; kilimler silkiler veya süpürülür, silinmesi gereken yerler silinir idi. Ramazan ayı başında ve bayram günlerinden önce daha kapsamlı temizlik yapılır, köylülerin de yardımıyla kilimler yıkanır, gerekli görülen yerler kireçlenir ve tamirat yapılırdı. Bu işler esnasında biz çocuklara düşen en önemli vazife gaz lambalarının islenmiş şişelerini kırmadan yıkamak olurdu. Güya bu şişelere büyüklerin parmakları girmediği için iyi yıkanamaz, parmakları küçük olan çocuklar daha güzel yıkarmış.
Şimdiki cuma hutbelerini dinledikçe merhum babamın hutbelerini hatırlarım. O zamanlar hutbeler ya hutbe kitaplarından faydalanılır ya da imamlar kendileri hazırlar idi. Babam, kütüphanemde bulunan böyle bir hutbe kitabı bulunmakla birlikte çoğu zaman hutbelerini o haftanın güncel bir meselesine göre kendisi hazırlar idi. Hutbesini okumaz, üzerinde notlar yazılı olan elindeki küçük kâğıttan faydalanarak hitap şeklinde ederek gerçekleştirirdi. Aklımda kaldığı kadarıyla babamın hazırladığı hutbe metinlerinden biri, öldürülen bir genç sebebiyle aileler arasındaki gerginlik üzerine “katletme”, bir diğeri harman yerinden çalınan buğday çuvalları üzerine “hırsızlık”, bir başkası yeraltı kazılarında bulunanların yurtdışına satıldığının yaygın olduğu bir zamanda “devlet malı”, hayvanlarını, başkasına ait bir buğday tarlasında otlatan kişiyi görmesi üzerine “kul hakkı”, zamanını köy kahvesinde taş oynamakla geçirenleri görmesi üzerine “zamanın kıymeti”, yağmur yağmadığı zamanlar “yağmur duası” hutbelerinden bazılarıdır. Bunun dışında sevgi, saygı, çalışma, adalet, aile, ilim, birlik, yardımlaşma gibi konuları esas alır ve misal olarak Peygamber Efendimizin hayatından ve Yunus Emre, Mevlana, Nasrettin Hoca, Padişahlarımız gibi kendi büyüklerimizden misaller verirdi. Doğru bildiğinden taviz vermez, kimseden çekinmez ve korkmaz idi. Bir tarikata, bir cemaate bağlı değil idi. Ama Allah’a, Hz. Muhammed’e, dinine ve milliyetine candan bağlı idi. Vatanını, milletini ve Atatürk’ü çok severdi. Onca sıkıntımıza rağmen Turgutlu Lisesi orta kısmında okuduğum yıllarca “ülkücü” görüşü sahip oluşumda hiç şüphesiz babamın bu hasletlerinin tesir olmuştur. Türkiye’nin şehir şehir, köy köy, mahalle mahalle paylaşıldığı, farklı fikirlerde oldukları için kardeşin kardeşe düşman olduğu bir zamanda 1976’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fükültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazanmıştım. Ankara’ya gideceğim sırada olaylara karışıp karışmama konusunu sormuştum. “Haksızlık karşısında susan dil şeytandır” hadis-i şerifini söylemiş ve “Aklından çıkarma ki “kul” için mücadele verenler kaybeder, “Allah” için çalışanlar kazanır” demişti. O günden bugüne bu hatırlatmalar kişiliğimin vazgeçilmez ilkelerinden olmuştur.
Camiler ve Din Görevlileri Haftası münasebetiyle; siyasete bulaşmadan, dünya menfaati gözetmeden, kul hakkına dikkat ederek, Allah rızası için din-i mübine hizmet eden merhum babam “Gedizli Ahmet Hoca”yı ve Hakk’a yürüyen bütün din görevlilerini rahmetle yâd ediyorum. Ruhları şad mekânları cennet olsun.
(SON)