Akşam vakti, yeni çiselemiş yağmurla ıslak kaldırımlar günün yükünü atmış, tenhalaşmıştı. İşlek caddenin sokak lambaları, reklam panoları, vitrin ışıkları gökyüzünün derinliklerini ve mehtabın ihtişamını perdeleyip unutturmuştu. Sağa sola göz gezdiren, yere bakan insanların iç dünyasında kim bilir hangi dehlizler, girdaplar, fasit çıkmazların telaşı, kuşkusu, uğraşı gizlenmiş bilinmez…
Her batan güneşin arkasında geçen ömür ve eskimiş bir zamandan geriye kalan makine devrinin gürültüleri, elektronik aletlerin radyasyon dalgaları içinde, sanal dünyanın yıkıcı tahribat harabeleri gittikçe artıyor. Hırs, intikam, rekabet, cinayet, kaos haberleriyle zihinler bulanık ve madde ile oturup kalkan, idraksiz, insafsız, çağın yaraladığı şuursuz ve bunalımlı gençlik…
Son asırda insanların algıları, ölçüleri, ilişkileri, hayata ve olaylara bakışları, değer yargıları hayli değişti… Bütün gücümüzle dünyevi başarıya, maddi kazanca ve menfaate odaklanırken kaybettiklerimiz, ihmal ettiklerimiz, vurdum duymazlıklarımızın acısını vicdanımız hissetmez oldu.
İlkel el aletlerden mekanik makinalar, elektronik cihazlar derken robotlar dönemine ulaştık ulaşmasına da lakin mana alemi ihmallerle, günahlarla kirlendi. Bu değişiklikler inancımızın, fikirlerimizin, kültürümüzün, sorumluluklarımızın, değişmesini de gerektirir miydi? Şefkat ve merhametimizi, cömertlik ve isar hasletimizi, insanlık ve insaf ölçülerimizi kemirip yok etmesi gerekir miydi? Bir önceki yaşayan kuşakla şu andaki neslin arasındaki mesafe açısını, uçurumları, örselenmeleri ve kopuşları anlamak çok zor değil.
Avrupa medeniyetinin her şeyi maddede arayanlar güruhu, topluma ihmal, intikam, ihanet, intiharların zehirli meyvelerini sundu. Karma karışık duyguların, insaftan nasipsiz, maddeye odaklanmış modern çağın savurduğu, hatta mağdur ettiği insanların sessiz çığlıkları, yürek burkan hüzünlü hikayeleri, belki de sırdaştan mahrum, mahrem hafızalardan sessizce toprağa karışıp gidiyor. Yeri geldiğinde gelecek kuşaklara, vefat eden ebeveynden miras kalan kaç menkıbe, kaç hikâye ya da hatıra aktarabiliriz?
Yaşlı bir insanın dizinin dibine ve yüreğine yaklaşınca hayatının merkezine, ruh dünyası işlemiş, duygularıyla bütünleşmiş, iç alemine yerleşmiş, kalbine perçinlenmiş anlatması gereken, dinlenecek kalitede onlarca dini, milli, edebi, kültürel, içtimai tecrübeleri, hatıraları vardır… Arz-talep meselesi onlar asra yakın bilgilerini, birikimlerini destan anlatır gibi rastgele, olmadık zamanda ve mekânda anlatıvermezler.
Onların huzuruna varmak, kalbini kazanmak, samimiyetle içinde taşıdığı hazineye müşteri olmak gerekir. İnancına hürmet, duygularına tercüman, hislerine ortak olmak bütün muhabbet kapılarını açar, sohbet ortamını tesis eder. Laf ustası büyüklerimiz bizim elimizden tuttuğu gibi mazinin derelerine götürür. Bilmediklerimizi, yaşamadıklarımızı anlatırlar. Ecdadımızın anlattığı hayat tecrübeleriyle geleceğin yüksek dağlarına emin adımlarla çıkarız. Yaşlı ebeveynlerinden hayat dersi almamış, onları küçümseyen, kültürel donanımı olmayan zamane gençliğinin bataryalarını kendi milli ve manevi değerlerimizle geçmişten gelen sağlam bilgilerle, imanla ve ihlasla doldurmanın dışında bir çıkar yol var mıdır?
Bir günün akşamında hala ıslak kaldırımlarda düşünerek ve gök yüzüne bakarak yürüyorum. Dünya kimseye yar olmayan bir döner dolap, yeni binenler, vakti dolup sükunetle inenler var… Dönen dünya misafirhanesinde kazanmak ve kaybetmek hepsi bir anı seyyale ömrün sayılı günlerinde ve mukadder çizgisinde gizli…