Güneşli bir sonbahar günü sakinlerimizin güneş ve temiz hava almalarını sağlamak amacı ile bahçeye beraber çıktık. Onlara temiz havanın, güneşin ve hareket etmenin yarar larından bahsettikten sonra; bahçedeki ateş tikeni isimli süs bitkisine yöneldim. Küçük yapraklı, dikenli çalıya benzeyen bitkinin son baharda dalları budakları mısır koçanı gibi kıpkırmızı küçük meyveleri olur. O kırmızı taneler salkım salkım dikenli dalları sarar ve aşağı doğru sarkar. Bu kırmızılığı, güzelliği ve hoş görünümü nedeniyle ateş tikeni denilmiş olmalı. O bitkideki sanatı, güzelliği ve harika ihtişamı seyredip sanatkârını tefekkür et tikten sonra fotoğrafını da çektim.
Böyle meşgul olurken sakinlerimizden Abdi Ulukışla yanıma geldi. Okuyucularımız Onu “Yaşlının Hayvan Sevgisi” Başlığıyla yayınlanmış kedilerle olan hikâyesinden tanır. Bana:
--- Ne var o dikenlerin içinde, bakıp duruyorsun. Birde fotoğrafını da çektin birde benim resmimi çek, beraber çekilelim, dedi.
Onun da resmini çektim, süs bitkisinin önünde beraber resim çektirdik. Çok hoşuna gitti. Bu durumu öteki sakinler de gördüğü için başladı benimle konuşmaya, sakalaşmaya… Sağlıktan, dinçlikten, hareket etmekten bahsetti. İstersem benimle koşu yapıp yarışabileceğini söyledi. Bu teklifi benimde hoşuma gitti! Bu esprili bir etkinlik öteki sakinlerinde dikkatini çekecek ve ferahlatıp, tebessüm ettirecekti. Başka koşucu aradık. Salim Tanır isimli sakin de geldi. Oda küçük yapılı, zayıf, hareketli ve konuşkan, sosyal bir insan.. Oturanlardan iki hakem belirlendi, bahçenin öteki tarafındaki mesafeyi ve final noktasını tespit ettik. Başladık koşmaya. Benim Abdi Amcayı ekip gitmem hoş olmayacaktı. Salim Amca bizi geçti ve finale ulaştı. Abdi Amca ile biz beraber finale vardık. Alkışlar, gülüşmeler geride kaldı. Abdi Amca nefesini toparladı ve başladı konuşmaya:
“ İşte hayat da bir koşudur. Ben seksen iki senedir koşuyorum. Başını kaldır ve şu pamuk yığını gibi bulutların yanından uçup giden ufuklarda kaybolan göçmen kuşlara bak. Onlar da koşuyorlar belki bizim memlekete de, Kilis’e de uğrar belki… Altmış sene oldu oradan ayrılalı. Rahmetli Annemin ölümünden sonra çantamı alıp çıktım, bir daha dönmedim. Annem çok dindar bir kadındı. Hastalanınca altı kardeşten sadece ben baktım, öteki kardeşlerim ilgilenmediler.
Yatalak anneme bakarken bir gün kardeşlerimin hepsini toplamak ve annemi ziyaret etmeleri için muzipçe bir plan yaptım. Onlara annem fenalaştı, sekaratta diye hepsini çağırdım. Annemin başına toplandılar. Amacıma ulaşmıştım. İşte gelmeyeni böyle zorla getirirler diye düşündüm. Mutfağa geçtim, kahve pişirdim tek başıma keyifle içiyordum. Kardeşimin biri mutfağa geldi. Bana, annem ölüyor sen burada kahve içiyorsun, dedi! Ona öyledir, öyledir dedim, kahve içmeye devam ederken telaş arttı, ağlaşmaya başladılar. Ben de merak edip içeriye koştum. Yatakta yatan annemle göz göze geldik! Kelime-i şahadet getirerek son nefesini verdi.
Bu seferde bende şaşkınlık ve telaş başladı ve bildiğim sureleri okumaya başladım. O rahmetli olunca beni memleketime bağlayan bir şey kalmadığına inanarak, kardeşlerime de kızdım Kilis’ten ayrıldım. Çok uzun yıllar oldu…
Memleket memleket gezdim, seyyar satıcılık yaptım. Karşılaşmadığım insan tipi kalmadı. Otellerde konakladım, gezdim, dolaştım, hiç evlenmedim. Bir ömür yollarda geçti. Aç, susuz, parasız, işsiz, kimsesiz kaldığım da oldu; Çok paralı, rahat, huzurlu yaşadığım da oldu. Günler aylar çok hızlı geçti.. Bir unutamadığım ve zamanın donduğu, durduğu yer vardı. Orada zaman hiç geçmedi. Orası meşhur Sinop Cezaevi. Deniz kenarına taşlardan yapılmış, soğuk, rutubetli, sert, disiplinli parmaklıkların arkasında uzun zaman kaldım. Ziyaretçisi olmayan bir mahkûm olarak cezamı çektim. Hep geceler rüzgarların, deniz fırtınalarının uğultusu, ağaçların hışırtısı, demir kapıların çıkardığı sesle; gündüzler de loş ışıklar, eli coplu gardiyanların soğuk duvarlarda kükreyerek yankılanan sesleri ile martıların çığlıklarını duyarak günlerim geçti. Orada şiirler, destanlar, ağıtlar, türküler arkadaşlık eder, insana:
“Ana kucağından çıktım dünyaya / Yolunda rengârenk çiçekler açmış /
Yolculuk bitmeden canımdan bıktım / bu yoldan nice bir yolcular geçmiş
Tam gençliğin şu devrine basarken / gönül coşup sular gibi çağlarken…./
Sonraki yıllarda gerçek dost, arkadaş, akraba tesellisini Allah’a olan aşk da sevgide buldum, onun için elimden Kuran-ı Kerimi hiç bırakmam.”
Bunları anlatırken gözüne bahçede dolaşan siyah bir kedi ilişti. Onu çağırdı ve kedi hemen yanımıza geldi. O sırada çatıdan kanat çırparak aşağı düşen bir güvercine bakıştık. O durum Abdi Amcanın kedisinin daha çok ilgisini çekti. Güvercin yere iner inmez kedi o tarafa koşmaya güvercini kovalamaya başladı. Abdi Amca da arkalarından bir taraftan koşuyor bir taraftan da bırak onu, dokunma diye, bağırıyordu. Önde uçamayan ama hızlı koşan bir güvercin, arakasında siyah bir kedi, onun arkasında Abdi Ulukışla tam bir maraton koşusu gibi…