Akşamüstü serin bir hava var, hafiften rüzgâr esiyor, etrafta sessizlik ve durgunluk hâkim. Güneşin, gökte süzülen esmer bulutlara yansıyan son kızıllıklarının rengi solarak kaybolmuştu. Yol kenarında görünen her şeyin afakî sükûnetindeki gizli, gizemli ve sırlarla bezenmiş gerçekler aşikâr hissediliyordu. Varlıkların hal lisanları, sessiz çığlıklarla mana-i harf tarifiyle anlattıkları, ehli-i tefekkürün enfüsi âlemindeki idrak aynalarından yansıyan ışık huzmeleri gibi benliği kuşatıyordu.
Mana derinliği içinde hayatın gerçek manasını anlatanları sukutun dilinden yaşamanın güzelliği bu olsa gerek. Ortalıktan el ayak çekilince içimize nüfuz eden mana âleminin sırlarını Koca Yunus’un, “Bir ben vardır bende, benden içeri.” Sözü, içimizdeki sukutun muhakemesinden ince bir yol bulup gönül derinliklerine daldı, mazi ve istikbale uzanıp gitti.
Bir günün muhasebesi için akşamın alaca vakti iyi bir fırsat. Yeryüzünde mevsimler, bulutlar, su, zaman, hayat, varlıklar, güzellikler kıyamete doğru akıp gidiyor… Aşk iksiri, marifet ışığı, muhabbet kuşağı kalplerin ritminde yerini alırsa bütün gidişler, ayrılıklar, iftiraklar zaman süzgecinde bekaya müteveccih olurlar…
Dünyanın en ücra bir yerinde, umulmadık bir zamanda bir kalbe nurun huzmeleriyle hakikatin ışığı düşer, mana âleminin kapıları açılır, imanın huşu dolu atmosferinde nasibini bularak ebedi müjdelere ulaşır… Yapılan iyiliğin, mutluluğun, huzurun, bahtiyarlığın sesini işitiriz, sessizlikler ve yalnızlıklar içinde bazen.
Bir kardeşin anlattığı hizmet haberinin müjdesiyle, çevreden, dünyaya ve uzaklara, gurbet ellere uzanır hayallerimiz huşu içinde, doyasıya… Aldığımız, duyduğumuz hisler, kapıldığımız heyecanlar, içimizdeki enginlerde yeni bir dünya kurar ve gülümsetir yüzümüzü, ısıtır içimizi derinden derine…
Sessizliğin dehlizinde içimizdeki “ben”deki müstesna sonsuzluğa fikren yolculuğumuz ilerlemiş, vakit akşama yaklaşmıştı. Yakınlardan yükselen bir müzik sesi, hülyalar içinde geniş zamanın berrak sinesindeki göğsünden hakikat pınarını emen aklımın nazarını hazır zamana çevirdi. Feryat figan ederek yükselen sesin acıklı nağmeleri, enstrüman çalgıları ve müzik ritimleriyle gönülleri saran matem yangının alevleri gibi Fikirtepesi’nden Mutalıp bağlarına kadar dere tepe her tarafa ulaşıyordu.
Yalnız başıma yürüdüğüm yolda, arka taraftan gelen iki beyaz atlı faytonun sahibi, yüksek sesle şarkılı, türkülü yolculuğu seviyor olmalı. Yanımdan geçerken selam verdi ve faytonu durdurdu. Ama ses hala alabildiğine yüksek frekansla devam ettiği için yanına binmemi işaret etmesiyle yolculuğumuz nostaljiye dönüştü. Kıratların simetrik nal sesleri, arabanın gıcırdayan yaylarına karışıyor, tekerleklerin ahenkli dönüşü müziğin ritmine uygun temposuyla ilerliyorduk… Çalan şarkılardan bazılarının sözleri: “Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim.” “Yalan dünya her şey bomboş…” “Ölürsem kabrime gelme, istemem…”
Yol kenarındaki mezarlığa yaklaşınca zihnimi tırmalayan müziğin yetimâne hüzünlerinden beni, orada yatanlar kurtardı! Fatiha okumak için sesi kapatan faytoncu Ahmet’le tanışıp konuşma fırsatı buldum. Uzun uzadiye anlattı. Uzaklara bakarak maziye daldı. Gençliğinde mecazi aşkın hırçın rüzgârlarına kapılmış, vurgun yemiş! Mezaristanı işaret ederek mırıldandı: “Fani olan her güzelliği toprak örtüyor…”
Saf bir Anadolu çocuğunun bilinmeyen iç dünyasındaki enginlikleri anlamak için harici nazardan enfüsi âlemine nüfuz ederek ruhundaki manevi cevherleri görmek ve anlamak gerektiğini kendime fısıldadım… Kısa bir yolculukta az bir sohbet, bana gönül dostu kazandırmıştı…
Evet, kısa bir yazı da sohbette olduğu gibi insanı alıp manevi hayata götürebiliyor. Emeğinize sağlık hocam.