BU SAVAŞ KİMİN?: İRONİNİN ÇEYREK YÜZYILI
Hoş geldiniz! Bugün, bir kez daha düşündürmek, sarsmak ve belki de biraz rahatsız etmek için buradayım. Hadi başlayalım...
Türkiye gündemi felaketlerden durulmuyor, geçtiğimiz haftalarda da fazlaca nasibi alan güzel ülkemin yaralı insanları… Türkiye, tarihinin en büyük felaketlerini yaşarken, her seferinde aynı soru yankılanıyor, neden değişen hiçbir şey yok? 1999’daki depremde kaybedilen 17 bin insanın ardından çıkan dersler, hâlâ yarım kalmış bir tartışma. 2023’te yaşanan felaketlerde kaybedilen canlar, yalnızca doğanın gücüne yenik düşmekle mi açıklanabilir? Yoksa eksik kalan önlemler, dikkate alınmayan uyarılar ve ihmal edilen denetimler de bu tabloda pay sahibi midir?
Felaketler, ne zaman, hangi boyutta olursa olsun, bu topraklarda sadece birer “gündem maddesi” haline gelir. Herkes birkaç gün konuşur, biraz üzülür, sonra ‘yeni’ye adepte olur. Tıpkı 1999'daki deprem gibi… Tıpkı 2023'teki o korkunç yıkım gibi… Koca bir hayatı ufacık poşete konan küçücük bedenler gibi… Yanan binalar ve kendiliğinden yıkılan apartmanlardan bahsetmiyorum bile… Her şeyin göçtüğü, binlerce insanın kaybolduğu, acıların tarifi olmayan bir anda bile canım ülkemde ‘yeni’lere alışılabiliyor.
İzmir, Van, Elazığ, İstanbul… Her büyük felaketten sonra duyduğumuz aynı cümleler: “Bir daha asla.” Ama asla demekle bir şey değişmiyor değil mi. Sadece hatırlamaya mecbur bırakıldığımız anlarda, felaketin izleri siliniyor. Depremler, yangınlar, sel felaketleri... Her biri birçok hayatı sona erdiriyor. Peki, gerçekten hesap veren ya da hesap soran bir mekanizma var mı? Konu sadece felaketlerin doğası değil. Felaket, toplumun yönetim anlayışının, sorumsuzluğun ve denetimsizliğin bir yansımasıdır. Yıkılan her bina, güvensiz her okul, her köprü, her yol… Hepsi sistemin birer yansıması. Oysa asıl sorulması gereken soru şu: Hangi felaketten sonra gerçekten bu ülkede ne değişti?
Geçmişteki felaketlerin arkasında yatan sorumluluklar, unutulmuş birer dersten başka bir şey olmadı. 1999 depremi sonrası 5 yıl süren yapı denetimi reformu, bir köprünün yapımını hızlandırmaktan daha fazlasını vaat etmişti. Oysa ki, ortada hala dayanıksız yapılar, hala ihmaller var. 2023 depremi, bu halkın bir kez daha acı gerçeğiyle yüzleşmesine yol açtı. Sadece yerle bir olan binalar değil, aynı zamanda halkın ‘güven duygusu’ da yok oldu.
Düşünün: Bütün bu insanların öldüğü, derin acıların içinden hayatta kalanların, üstelik sadece birer rakam haline geldiği canım ülkemde, sorumluların hâlâ pek azının gerçek anlamda hesap vermediği bir sistemde, kimin vicdanı rahat olabilir? 2023’ün felaketi, 1999’un felaketinden hiç de farklı değildi, tıpkı bir halkın biriken acılarının sonucu gibi…
Neredeyse her gün bir doğal afet, bir patlama, bir yangın… Bu felaketlerin ne kadarını doğa, ne kadarını “insan” yaratıyor? Bazen öyle bir an geliyor ki doğa bile insanlardan daha fazla sorumluymuş gibi ne garip, his işte. Çöken her bina, yangına teslim olan her orman, can veren her çocuk bir sistemin sonucu değil mi? Peki, bu sistem kimin elinde? İhmali ihmal edenler hesap vermediği için, her felaketin arkasında bir başka "unutulmuş insan" kalıyor. Bahsi geçmişken ifade edeyim, kim bu ihmali ihmal edenler? Ne yazık ki, her felakette aynı yüzleriyle karşımıza çıkan, yıkımın en yüksek olduğu noktada kaybolan, ama sorumluluklarını hiç kaybetmeyen kişiler. Yıkımların ardından tutuklanan, hatalı inşaatlar ve denetim eksiklikleri nedeniyle sorumlu tutulan, kimileri, denetim ve önlem almadığı için binalarını “ekonomik” çözüm haline getiren, kimi ruhsatları ve projeleri göz ardı ederek kendini “inşaat dehası” ilan eden ihmali ihmal edenler.. Ve elbette, hatalı malzemeler kullanarak daha yüksek kar amacı güdenler. Elleriyle değil, kararlarıyla yıkım yaratanlar, afişe olan her felaketten sonra, “Ne yazık ki böyle oldu” cümleleriyle vatandaşın karşısına çıkmayı ihmal etmeyenler. Ve işte, “ihmali ihmal edenler” hala camdan kulelerinde, maliyet hesapları yapmaya devam ederken, depremde kaybolan çocukların, annelerin, babaların hayallerini hep yarım bırakanlar. Onlar, her şeyin bedelini unutmayı başaran, güvenlik ve düzeni yalnızca kâğıt üzerinde arayan, riskleri “yönetmek”tense, onları görmezden gelerek geleceği şekillendirenler. Bizlerse canım ülkemde kaybedilen canların arkasında hep bir “kader” arayanlarız.
Sanki her felaketten sonra yeni bir hafıza kaybı geçiriyor gibiyiz. O kadar alıştık ki ölüme, o kadar “görmeye” başladık ki, artık ölümün de “normal” olduğunu kabul ediyoruz. Ne zaman daha fazla acı yaşasak, bir adım daha "normale" yaklaşıyoruz. Sizce bu sarmalda kaybolan şey, insanlık ve değerler değil midir?
Felaketin kendisi, aslında bir tür alışkanlığa dönüşüyor. Her felaketten sonra sadece kurbanların hatırlanması, sorumlularınınsa kaybolması ne kadar can sıkıcı bir düzen! Bu “değişim” dediğimiz şeyin aslında bir ilüzyon olduğunu ne zaman fark edeceğiz?
Einstein’ın “Bütün felaketlerin tek bir sebebi vardır: İnsanların, sorunları çözmeye değil, başka birini suçlamaya karar vermesi.” sözü geliyor ister istemez insanın aklına. Aynen öyle... Suçlular hep “diğerleri”dir.
Yıkılan her bina, sığındığın her köy, göçen her insan, bu düzenin bir parçası. Herkes, kendi hayatını, bir diğerinin acısıyla devam ettiriyor. Türkiye, büyük felaketlerin çarkı arasına sıkışmış bir ülke, acıya alışmış bir toplumuz biz… Ne yazık ki ihmali ihmal edenler hesap vermediği sürece, hep aynı felaketle, hep aynı çöküşle karşılaşacağız.
Ve bizler, bu felaketin parçalarıyız. Gidişat açıkça gösteriyor ki bize kalacak; bir aldığımız nefes, iki umut etmek. Umut edelim, yarın bugünden daha kötü bir gün olmasın…
Umarım sıkılmadınız, çünkü ben de hâlâ düşünüyorum, bir avuç yazı aslında yazdıklarım, neden bu kadar ciddiye aldık. Kendinize iyi bakın, bir fark yaratmak için geç kalmadık henüz. J
HİLAL PARLAK
Her şey olacağına varır