Afyonkarahisarımızın beş bin yıllık köklü tarihi kadar, zengin bir edebiyatı ve renkli edipleri bulunmaktadır. Bu zenginliğe ve renkliliğe katkı sağlayan, aslen Afyonkarahisarlı olmamakla birlikte Afyonkarahisar’a gelmiş, bu topraklara sevdalanmış ve kendini Afyonkarahisarlı kabul etmiş, Muhammed Askeri, Edip Ali Baki, Mehmet Aygen gibi çok değerli ediplerimiz de bulunmaktadır. Bu yazımızda tanıtmaya çalışacağımız “Afyonkarahisar sevdalısı Adanalı Ziya” da bunlardan biridir.
Hayatının Adana ve İstanbul Yılları
Asıl adı Mıstan olan “Adanalı Ziya” H. 1276/M. 1859 yılında Adana’da doğdu. Adana Rüşdiyesi'nde okuduğu yıllarda, Adana'ya vali olarak görevlendirilen Ziyâ Paşa’nın 1878’de Adana’ya gelişi sırasında vuku bulan olaylar sonrasında bir hicviye yazarak bir gece vali konağına bıraktı. Şiiri okuyan şâir vali, şiiri yazanın bulunmasını emretti. Arayıp sormalar sonucu Rüştiye’de okuyan Mıstan bulunarak Vali Paşa’nın huzuruna çıkarıldı. Büyük ceza alacağı beklenirken, şiirini çok beğenen, kendisindeki şairlik cevherini keşfeden ve çocuk yaşta gösterdiği cesaretini takdir eden Paşa, ileride büyük bir şair olacağını keşfettiği Mıstan’a sahip çıkarak iyi bir eğitim alması için onu İstanbul’a gönderir.
Hayatında bir dönüm noktası olan bu gelişme üzerine Mıstan (Adanalı Ziya), Adana Rüştiyesi’nden mezun olduktan sonra, hayatının yirmi yıla yakın bir zamanını geçireceği İstanbul’da Enderun’da eğitim almaya ve Askeri Tıbbıye’de okumaya başlar. Bir yıl sonra okulu bırakan Ziya, bir baba dostu sayesinde İstanbul Evkaf’ında memuriyete başlar. Edebiyata ve şiire olan düşkünlüğü, zamanın tanınmış ediplerinden Muallim Naci, Ahmet Rasim, İsmail Safa, Çenab Şahabettin, Müstecâbizade, Andelîb gibi ediplerle tanışıp dostluk kurmasına ve böylece kendisine yeni bir çevre, bir edebiyat muhiti oluşturmasına yol açar.
Ziya’nın, yaratılıştan var olan şiir kabiliyeti, şiirlerinde sıkça yer verdiği "vatan", "hürriyet", “halk”, “hukuk”, “adalet” gibi temler, Muallim Nâci, Ahmet Rasim ve diğer dostlarıyla Balıkpazarı meyhanelerinde oluşturdukları işret âlemlerinde gelişir. İşte bu edebiyat muhitinde yazdığı şiirlerindeki ziya, bazı gözlerin ve kalplerin ışığı olurken, bazı gözlere ve kalplere rahatsızlık verir. Ziya, bugün bizlerin “Muhteşem” olarak bildiğimiz “II. Abdulhamit Han” ve “İstibdat Yönetimi” üzerine söylediği ve yazdığı şiirler sebebiyle tevkif edilir, deli diye Bimarhane’ye yatırılır ve sonunda Fizan’a sürgün edilir. Buradan Mısır’a kaçan, affedilmesi üzerine İstanbul’a dönen Ziya, yazdığı "arz-ı hâl" manzumesini Sadrazam Ahmed Cevad Paşa'ya bir şekilde ulaşarak takdim eder. Daha önceleri yazdığı şiirlerini beğenen, kimseye hissettirmeden içten içe kendisine muhabbet besleyen, ataları itibariyle aslen Afyonlu olan Sadrazam Ahmed Cevad Paşa kendisine sunulan bu "arz-ı hâl" üzerine, İstanbul’da başına daha büyük felaketler ve sıkıntılar gelmemesi için Adanalı Ziya’yı H. 1313/M. 1895’de Afyonkarahisar Evkaf Müdürlüğüne görevlendirir. Böylece Ziya’nın hayatında yeni bir dönüm noktası başlamış; ömrünün otuz yedi yılını yaşayacağı topraklara yolculuk başlamış olur...
“Ziyâ bakma ne dirlerse disinler 'âkılân-ı şehr
Benim Dârü'ş-şifâ şimdi makâm-ı i'tibârımdır”
(Ey Ziya, şehrin akıllıları, akıllı geçinenleri ne derlerse desinler bakma, aldırma; Şimdi Dârü'ş-şifâ, benim değerimin bilindiği, itibar makamımdır).
**
“Kuşcağız sen de mi dil-teşne-i hürriyyetsin
O ufak cüsseye sığmaz ne bu feryâd-ı medîd
Âdemoğlu seni hoş savtın için kor kafese
Sus ki âzâdeliğe susmada var varsa ümîd”
(Kuşcağız, sen de mi (benim gibi) gönlü hürriyete susamışsın?
O ufak cüsseye sığmaz, ne bu uzun feryat?
İnsanoğlu, seni hoş sesin için kor kafese,
Sus ki, özgürlüğe susmada var, varsa ümit)
(YARIN DEVAM EDECEK)