Şükrü Şensoy arkadaşımızın, tarihin ayaklı beyinlerinden aldığı onurlu/şerefli bir anıyı siz değerli okurlarımızla paylaşmayı doğru buldum.
Doğru buldum ki bunlar bilinmeli ve de asla unutulmamalı!
Hele yaşadığımız şu günlerde.
Çünkü tarihi geçmişimizde, hepimizin gurur ve onur duyduğu öyle olaylar vardır ki ama hepsi de ilgisizlik/bilgisizlik nedeniyle maalesef kayıt dışı kalmış olaylardır.
Hem buna değinmek, hem de bu vatan uğrunda kanını/canını ve yaşamını feda edenleri bir defa daha anmak adına bu anlatımı kaleme alıyor; ülkesi adına kanını ve canını verenlerin hepsinin de manevi huzurunda saygıyla eğiliyor, Allah’tan rahmet diliyorum.
Kabirleri cennet olsun.
Bu arada Sayın Şükrü Şensoy’u, böyle bir anıyı ele geçirip yaşamasına olanak verdiği için de kutluyor, sevgi/saygı sunuyorum.
Vatanseverlerin bakışı ve duruşu başkadır.
***
Bu diyalogu da lütfen okuyun.
Sayın Şensoy şöyle anlatıyor:
Rahmetli Seyit İlşekerci’nin eczanesinde oturuyordum.
İçeri genç bir karı-koca girdi.
İsteklerini dile getirdikten sonra, adam bana dönerek; “Hocam sizi televizyonlardan tanıyoruz ve de takdir ediyoruz!
Lakin size bir sorum var ne dersiniz, dedi?
Ben de, lütfen buyurun sorun dedim.
Bizim dedelerimiz de Çanakkale’de kalmışlar. Hatta dönmemişler, dönememişler bile!
Çanakkale Savaşlarına katılıp da en son gelen insanımız kaç tarihinde geri geldi bunu biliyor musunuz” diye sordu?
Ben de; Kayıtlara göre en son 1952 de iki kişi dönmüş. Biri Burdur’a, diğeri Zonguldak’a dedim.
Bu arada yanımda oturan Üçpınar köyünden Remzi isimli arkadaş atıldı:
“Hocam, o da bir şey mi? Bizim köye tam 64 yıl sonra biri çıktı geldi” dedi!
Ben çakı bulmuş çocuk gibi sevinerek atıldım; “Nasıl oldu, anlat bakalım” dedim?
***
Başladı anlatmaya:
1978 yılında Balıkesir İstasyonunda elinde bir torba, garip kıyafetli yaşlı bir ihtiyar trenden iner. İstasyon önündeki taksilerden birine sorar:
Oğlum, beni Üçpınar köyüne götürür müsün?
“Götürem amca, bin bakem arabaya?”
O zamanlar Üçpınar’a giden yol, eski garajın üzerinden geçerek Toygar’dan Üçpınar’a giderdi.
Şoför oraya doğru arabayı sürerken, Toygar Tepe’ye geldiklerinde şoför: Amca, bak Üçpınar Köyü karşıda.
“Yok oğlum…
Değil. Bizim köyün evlerinde dam yoktur. Bu köyün bütün evlerinde dam var”!
Biraz daha giderler...
Yolun hemen solundaki köyün mezarlığı önünden geçerken, adam: yine dur der. Dururlar. Adam taksiden iner, mezarlığa girer, bir ağaca sarılır. Biraz sonra geri gelir.
Tamam oğlum, burası bizim köy. Bu ağaç Hacı Abdullah’ın çetlemiği(çitlembik), Tanıdım der.
Giderler. Taksi köy kahvesi önünde durur. Adam iner kahveye girer.
Yaşlı adam bir yere oturur. Hiç konuşmadan kahvedekilerin yüzlerine defalarca dikkatle bakar.
Vatandaş biraz tedirgin olmuştur!
Kahvedekilerden birisi muhtara gider, kahveye garip bir ihtiyarın geldiğini, hiç konuşmadan herkesin yüzlerine baktığını söyler.
Muhtar hemen kahveye gelir ve İhtiyar adama sorar:
Amca, sen birini mi arıyorsun? Sen kimsin? Nerelisin der?
Kimseyi aramıyorum oğlum ben de bu köydenim.
“Amca, ben yirmi senedir bu köyde muhtarlık yapıyorum. Seni tanımıyorum. Kimlerdensin sen diye sorar?”
Çok oldu oğlum. Beni ancak ihtiyarlar tanır. Onları çağırır mısın?”
Biraz sonra köyün bütün ihtiyarları kahveye toplanır. Ama kimse geleni tanımamıştır. İhtiyar sormaya başlar: “Süleyman Çavuş?”, “Öldü.”, “Recep?”, “Öldü”, “Koca Salih?”, Öldü.”, “Topal Murat?”, “Öldü.”, “Eyüp Çavuş..!”, yaşlı bir adam yavaşça ayağa kalkar…
Eyüp Çavuş benim der..” Bakar, Bakar, Bakar..!
Sonra birden gelen misafire sarılır!
“Muhammet Remzi, sen misin? Sen misin be? Nerede kaldın bunca zamandır? Nerelerdeydin be?”
Çünkü Eyüp Çavuş geleni tanımıştır.
Yaşlı adam anlatmaya başlar: Çanakkale cephesinde harp 1916 yılı başında bitince, Gazze Cephesine götürülür. Orada yaralanınca, Halep’de Asker Hastanesinde tedavi edilirken İngilizler gelir.
Halepliler; “Bunlar bizim insanlarımız. İngiliz gâvuru, bunlara eziyet eder” diyerek yaralıları hastaneden kaçırıp evlerine götürürler. 1918 de olan bu olayın üzerinden yıllar geçer ama buraya da Bir türlü bizim askerlerimiz gelemezler.
Üçpınarlı Muhammet de orada kalır.
Evlenir. Çocukları olur. Ama vatan hasretiyle harıl/ harıl yanmaktadır. Ancak altmış dört yıl sonra son bir kere daha vatanını görmek arzusu ile Balıkesir’in Üçpınar köyüne gelir.
Sorar; “Bizimkilere ne oldu? Yaşayan var mı?
“Ne olacak bunca zaman, anan öldü. Baban öldü. Abin öldü. Ablan öldü. Amcan öldü, Dayın öldü. Karın öldü. Ama kızın sağ”!
“Neeee? Kızım sağ mı? Aaah benim bir de kızım vardı. Ben gittiğimde on beş günlüktü. Nerede şimdi benim kızım şimdi?”
“Bak şu caminin yanındaki ev muhtarın evi. Onun yanındaki değil de öteki ev kızının evi. Biz ona Çakır Hatça” deriz.”
“Ama kızım beni tanımaz ki?”
“Bekle. Ben çağırıp geleyim.” der ve gider. Hatça Teyze avluda leğende çamaşır yıkamaktadır. Eyüp Çavuş telaş içinde avluya girince; “Hayrola, Eyüp Dayı, Ne var?”
“Hatça kızım, sana müjdeli bir haberim var. Baban geldi.. Baban sağ..”
Hatça Teyze; “Iıııııh.!” diyerek bayılır. Biraz sonra ayıltılınca; “Eyüp dayı, bu nerden çıktı. Şimdiye kadar bana hep babamın şehit olduğunu söylediler ya?”
Kızım gelen baban. Ben tanıdım.”
“Nerede babam?”
“Kahvenin önünde.”
Hatça Teyze hemen fırlar. Eyüp Çavuş da arkasından çıkar. Gelen Muhammet Remzi çavuş gelenleri görünce o da koşarak karşılamaya gelir. Ama ikisi de birbirlerine yabancıdırlar.
Öyle ya hayatın bin bir derdi ile gurbet ellerinde kalmış, bir kızı olduğunu unutmuş, birisinin altmış dört yıl sonra yaşlı bir kadın karşısına çıkıyor ve onun kızı olduğu söyleniyor. Altmış dört yıl babasının öldüğü söylenen birisine de, karşısında duran ihtiyar adamın babası olduğu söyleniyor.
Karşı karşıya gelip garip bir şekilde birbirlerine bakakalırlar.
Biraz sonra Eyüp Çavuş: “Kızım Hatça, bu senin baban. Ben kendimden nasıl eminsem, bu adamın senin baban olduğundan eminim. Öp elini.” der.
O gece Üçpınar Köyünde bayram yaşanır. Herkes bu yeni duydukları akrabalarını ziyarete gelirler. Muhammet Çavuş on beş gün kadar, köyünde dolaşır. Tarlalara gider, tepelere çıkar.
On beş gün sonra kızına: “Kızım, ben artık gidiyorum.” der.
Kızı: “Baba, nereye gidiyorsun? Bu gördüğün her şey senin ya”
“Hayır kızım. Ben artık Halepliyim. Orada kardeşlerin var. Bir oğlum, bir kızım var. Ben sadece bir kere daha yurdumu, vatanımı ölmeden önce bir kere daha görmek için geldim.” der ve ertesi gün gider.
Ertesi yıl gene gelir. Bu sefer oğlunu ve kızını da getirmiştir.
Oğlu, Halep’te inşaat mühendisi imiş!
Onun adını da “Muhammed Remzi” koymuş. Kahvede kendisine merakla sormuşlar. “Senin adın Muhammed ama oğluna neden kendi adını verdin?”
“Ben vatan hasreti ile yıllardır o kadar yandım ki, ben ölmeden önce vatanıma kavuşamazsam, adımı hiç değilse oğlum götürsün vatanıma diye kendi adımı verdim ona der.”
Kızının adını ne koymuş biliyor musunuz?
O altmış dört yıl hasretini çektiğinin adını koymuş.
Dünyanın en güzel adını koymuş.
Kızının adı “TÜRKİYE”!
KIZININ ADINI “TÜRKİYE” KOYMUŞ…
İşte böyle dostlar.
Bu devlet, bu millet neler yaşamış görüp bilelim, bilelim de vatanımızın kıymetini de asla unutmayalım.
Kabirleri cennet olsun.
Nur içersinde yatsınlar.
***
Gülen yüzleriniz solmasın inşallah.
Sevgi/saygı bizden değerli okurlarımız.