BİR BESTE İKİ ACI
Türk Musikisini ‘ayağa kaldıran ’ Münir Nureddin Selcuk,1900 yılında İstanbul’un Sarıyer semti ndeki bir konakta doğar.Babası Divan-ı Hümayun (devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı en yüksek organ) muavini ve Darülfünûn’un (sonra İstanbul üniversitesi) ilahiyat hocalarından Mehmet Nureddin bey’dir. Annesi Hanife Hanım, Selcuklular ve Germiyanoğulları’na kadar inen Kütahyalı Hacı Ali Paşa ailesinden gelir. Sadrazamlardan Abdurrahman Nureddin Paşa’nın yeğenidir. Üstad, Selcuk soyadını bu nedenle alır. Necmeddin (Güngör) adında kendisinden birkaç yaş büyük bir ağabeyi, Besime ve Mediha adlarında iki kız kardeşi vardır.
Görgülü,varlıklı,sanatsever bir aile içinde yetişen Münir, on iki yaşına varmadan, sesinin güzelliğiyle dikkatleri çeker. Kadıköy Numune Mektebi’nde orta öğrenimini sürdürürken Dârü’l-Feyzi-i Musiki Cemiyeti’ne çağrılır.
Münir Nureddin, bir yandan bu dernekte yetişirken, bir yandan da dönemin en ünlü hocalarından ders almıştır. Babası onun ziraatçi olmasını istemektedir ama, bu ünlü hocalardan ders almasını sağlamaktan geri kalmaz. Önce Zekâi Dedezâde Hafız Ahmet Efendi’den meşke başlamış, ardından Hafız Ahmet Efendi’nin ve Üsküdarlı Hoca Ziya Bey’in öğrencisi olmuş; sesini geliştirirken ciddi bir müzik eğitimi de almıştır.Ziraat öğrenimi için Macaristan’a gider. Ama aklı fikri müziktedir. Ve sonunda babasını ikna etmeyi başarıp İstanbul’a geri döner. Sınav vererek yeni kurulan Dârü’l-Elhan’ın kırk beş kişilik kadrosuna katılır. Artık, Türk musikisinin en ünlü ustaları, eski Londra Sefiri Ziya Paşa, Ahmet Hafız Efendi, Leon Hancıyan Efendi, Muallim İsmail Hakkı Bey, onun hocalarıdır.
Münir Nureddin birkaç müzisyen arkadaşı ve hocalarından bazılarıyla Birinci Dünya savaşı sonlarında Şark Musiki Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alır. Aralarında Tanburi Cemil Bey’in, Refik Fersan’ın, Nuri Duyguer’in, Kaşıyarık Hüsameddin Bey’in, Arap Cemal Bey’in (Çalan), Hanende Zahide Hanım’ın da bulundukları, şefliğini Ali Rıfat (Çağatay) Bey’in yaptığı bu grup da ilk konserini Apollon’da verir. Okuyucular, Münir Nureddin, Kaşıyarık Hüsameddin, Hamid Hüsnü (Kayacan), Hafız Arap Cemal (Çalan) ve Zahide Hanım’dır.
Münir Nureddin’nin bu topiuluk içindeki en yakın dostları ise şüphesiz Refik Fersan ile Mesut Cemil’dir. Onlarla genç yaşında başlattığı gönül dostluğu, çalışma alanında da yıllarca sürecek, bu iki tanbur ustası onun müziğinin değişmez elemanı olacaklardı.
Vatan görevine imparatorluğun zabiti olarak başlayan Münir Nureddin, bir gece Dolmabahçe Sarayı’nın kapısında nöbetteyken, Padişah Vahdeddin’in saraydan ayrılmasına da tanık olacaktır. Padişahın kayığının suları sessizce yara yara, İngiliz muhribine yaklaşmasını seyreder. O hüzünlü ayrılışı sarmalayan duman, erken sabahın sisimidir, yoksa onun gözlerinin yaşı mı bilinmez.
Cumhuriyet’in ilanının ardından yeni kurulan Riyaset-i Cumhur Muzıkası’nda görev alır ve Ankara’da Atatürk’ün maiyetine girer. Tanbur üstadı, bestekâr Refik Fersan’la kader birliğinin tohumları da işte bu yıllarda atılır
Türk musikisinde devrim yaratan sanatçı, toplumsal alandaki devrimleriyle çağdaş dünyaya köprü kuran Atatürk’e hayrandır.Üstelik ilkelerine bağlılıkları yönünden benzerlikleri de vardır. Alaturka musikiye çok düşkün olan Atatürk ile Münir’in anlaşmazlıklara düşmelerinin nedenini Gazi’nin rakı âlemlerinde aramak yerinde olur. Müzği neredeyse bir ibadet sayan ‘alaturka’ sözüyle küçümsenen musikimizi meyhanelerden alıp, sigara bile içilmeyen, nara atmak bir yana, öksürülmeyen tiyatroların sahnesine çıkaran Münir Nureddin, tüm saygı ve sevgisine karşın, herhalde Atatürk’ün sofralarında sanatını icra ederken tedirgin olup hırçınlaşıyordu.
Bir keresinde, yine sofrada İstiklal Marşı’nı okumasını isteyen Atatürk’e,’’ İçkiliyim paşam, bu kutsal marşı huzurunuzda, içkili ağzımla okumak istemem, bir hatam olur, kendimi affedemem,’’ diyebildiği, Atatürk’ünde ‘’ Pekâlâ çocuk, o zaman bize bir Rumeli türküsü oku bakalım,’’ dediği Ruşen Şefik’in anılarından nakledilmiştir.
1928 Yılında Paris’e gider. Vokal çalışmalar yapar;şan,solfej ve piyano dersleri alır. İki yıl sonra yurda döndüğünde, kendi kendine gerçekleştirmeye ant içtiği bir projesi vardır: Avrupalı, müziğin klasiğini iki saat süreyle konser salonunda çıt çıkarmadan dinleyebiliyorsa, Türk halkı da kendi klasik müziğini aynı saygı ve ilgiyle, zevk duyarak dinleyebilmelidir. Öz musikimizin Batı Müziğinden eksiği yoktur. Batı müziği çok seslidir. Bir sekizli içnde oniki eşit aralık vardır. Bizim musikimiz ise, bir sekizli içinde eşit olmayan yirmidört aralıkla, müthiş bir ses ve melodi zenginliğine sahiptir. İşte çeşitli makamları, usulleriyle dini temalarıyla bu eşşiz müzik, meyhanelerden ve eylence toplantılarından kurtarılmalı; müzik dinlemeye gelen müziksever insanların katına, konser salonlarına yükseltilmelidir.
İlk solist, ilk frak giyerek şarkı söyleyen lirik tenor, böyle bir gösteriye soyunabilen ilk cesur adam.
Münir Nuteddin’in rüyası gerçekleşir. Bu rüyanın gerçekleşmesinde, başta tamburi Mesut Cemil olmak üzere, Ruşen Kam, Nubar Tekyay ve Artaki Candan’ın da katkıları büyüktür.
1928’de, Paris yolculuğu öncesinde, Saray sineması’nda bir konser gecesi, salon yine tıklım tıklım dolu. Tertemiz giyimli insanlar, şık hanımlar, genç kızlar çoğunlukta. Münir Nureddin hayranları ön sıraları doldurmuş. Münir Nureddin’in gözleri birine takılıyor. Dayısının yanında, oturan genç kız! Kumral saçları, ışıklı gözleriyle, o kız kim?
İşte o an, Münir’in yaşamının dönüm noktasıdır. 1928 yılında, bir sahnede göz göze başlayan nişan – nikah ve evliliklerinin hemen ardından Parise gitmesine göz yumacak 1929’da kocası Paristeyken kızları Meral’i dünyaya getirecektir. Beraberliğe Münir son noktayı ne yazık ki tam kırk yıl sonra, yine aynı sahnede ama bu kez sevgili hayat arkadaşı artık sahneden bakıldığında sol tarafdaki locasında oturmazken, Hafız Yusuf Bey’in Hicaz’dan bir şarkısıyla koyacaktır.
Münir Nureddin, böbrek rahatsızlığı çeken eşini erken yitirir. Enise Hanım 1966 yılında,kendine sonsuz üzüntüler vermesine karşın sevmekten hiç vaz geçmediği kocasının adını sayıklayarak hayata veda eder.
Ve aylar sonra, karısının yokluğunda vereceği ilk konser günü gelir çatar. Soğuk bir kasım günüdür Kızı Meral’i arar ve hemen gelmesini söyler Nişantaşı’ndaki eve vardığında babasını kapıda kendisini beklerken bulur.
‘’Annene gidiyoruz Meral.’’
‘’Baba bu akşam konseriniz var. Oralarda üşütürsünüz.’’ Demesine rağmen arabaya binerler Aşiyan mezarlığın da inerler.Enise Hanım’ın mezarının başına gelirler. Annesinin başucunda diz çöken babasını biraz uzaktan izlemektedir Meral.
Akşam sahneye çıkar. Onun durduğu yerden bakıldığında, sol tarafa rastlayan boş locaya diker gözlerini bir süre. O locada, gönlü ne kadar kırık bedeni ne denli halsiz olursa olsun, tam kırk yıl boyunca hiçbir konserini kaçırmaksızın oturmuş olan Enise Hanım’ı görüyor gibidir.
‘’Bu gece, ilk şarkıyı, yeni kaybettiğim çok değerli bir yakınım için okuyacağım,’’ der ve Hafız Yusuf Efendi’nin veremden ölen sevgili kızı için bestelediği Hicaz Makamındaki eserine başlar:
‘’Bakın Bâd-ı semûm oldu ecel ah!
Gül-i ümmîd-i bülbül soldu, eyvah!
Tedâvi boş, şifâsı senden Allah!
Gül-i ümmîd-i bülbül soldu eyvah!’’
Bâd-ı semûm :Çölde sıcakta gündüz esen sıcak yel,sam yeli,zehirli rüzgâr
Gül-i ümmîd-i bülbül :Bülbülün ümidi gül
Kaynak: KULİN Ayşe ;’’ BİR TATLI HUZUR’’ 2005;Everest yayın evi.
Not: Münir Nureddin Selcuk’un yaşamından bir kesiti paylaştım. Bir sonraki yazımda devam edeceğim.