Milletimizin Hz. Peygambere olan sevgisinin, öncelikle o yüce insanın medh ü senasına nail olmaktan kaynaklandığını da bilmek gerekir. Hz. Peygamber, “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan! Onu fetheden asker ne güzel asker!”(A. İbn Hanbel, Müsned, 4/335; Nesei, Müstedrek, 4/422) buyurarak milletimizi övmektedir. Söz konusu hadisin müjdesine fiilen mazhar olan ve İstanbul’u fethetme şerefini kazanan Fatih Sultan Mehmet’in Peygamber aşkı bambaşkadır. Osmanlı ordusuna “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye”, devletine ise, “Devlet-i Âliye-i Muhammediyye” adını vermiştir. Bu yüzden toplumumuzda asker ocağına “Peygamber Ocağı”, askerimize de “Mehmetçik” denmektedir. Nitekim Milli Şairimiz Mehmet Akif de, “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirinde, “Bedrin arslanları kadar şanlı” saydığı şehit Mehmetçiğin başına Kâbe’yi mezar taşı diye dikmekte, gökkubbeyi bütün yıldızlarıyla alıp örtü diye lahdine çekmekte, mor bulutları tavan diye örtmekte, ülker yıldızını avize diye asmakta, yine de bütün bunları yeterli görmeyerek sonunda; “Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber, Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber” demektedir. (Dr ömer YILMAZ.DİYANET DERGİ ARALIK 2007)
Yavuz Sultan Selim, Mısır Fethi’nden sonra halifelik ünvanını alınca, ilk cuma hutbesine çıkan hatip onun için: “Sahibü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn”(Mekke'deki Kâbe ile Medine'deki Ravza-i Mutahhara’nın sahibi) ifadesini kullanmış, bunun üzerine Padişah hemen ayağa kalkarak: “Hayır ben Hâdimü’l- Harameyni’ş-Şerifeynim”(Mekke'deki Kâbe ile Medine'deki Ravza-i Mutahhara’nın hizmetçisiyim) diye bağırmıştır. (Muzaffer Taşyürek, Bir Demet Tarih, Türdav Yayınları, İstanbul 1980,.30.)
Hicaz demiryolunu inşa ettiren II. Abdülhamit (ö.1918)’e gelince, onun ince düşüncesini bugün dahi anlamakta zorlanıyoruz. Padişah, tren Medine sınırlarına yaklaştığında, “Mümkün olan âletlerin üzerine keçeler sarınız ki fazla gürültü olmasın, ehl-i beytin burada yatanlarının ruhu rahatsız edilmesin” emrini vermektedir. (Bkz. İsmail Çolak, “Osmanlı’nın Hz. Peygamber ve Beldesine Sonsuz Sevgisi”, Diyanet Avrupa, Ocak 2004, sayı 57, s.14.) Medine hudutları içerisinde trenin duracağı istasyonlar, Rasûlüllah’ın konakladığı yerler dikkate alınarak tesis edilmiştir. Türk şairlerinin Efendimize selâm gönderme hususunda tabir yerindeyse uçan kuş, esen rüzgârdan medet umduğunu görüyoruz. Nitekim bunlardan biri rüzgâra seslenerek:
“Ey bâd-ı sabâ, uğrarsa yolun semt-i Harameyne
Selâmım arzeyle Rasûlü’s-sakaleyne!” demiştir. 1938 yılında memleketi Konya’dan ayrılarak, aşkıyla yanıp tutuştuğu “Sultanım Efendim!” dediği Hz. Peygamberin şehrine yerleşen ve burada 2003 yılında vefat eden , üniversite yıllarımda canlı bir sohbetine katılma imkanı bulduğum Şair Ali Ulvi Kurucu
“Ruhum sana, varlık sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim” demiş ve Kâbe’nin siyahlara bürünmesini de Peygamberimizle ilintilendirerek şunları söylemiştir: “Kâbe’ye niçin siyah giyindiğini sordum, Kâbe; ben siyah giymeyeyim de kimler giysin. Sevgilim beni bıraktı gitti. Mekke onun kadr-u kıymetini bilemedi. Bu yüzden kıyamete kadar bana karalar giymek alın yazısı oldu.” (Ali Ulvi Kurucu, Gecelerin Gündüzü, Marifet Yayınları, İstanbul 1994, ss. 42-43.)
Kıymetli okurlar! Peygamberi sevmek sadece “söz” ile sınırlandırılamaz. Onu sevmek, Ahlâkta, ibadette, ticarette, hülasa hayatın her alanında ona tabi olmakla olur . “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhari, Edeb, 96.) sözünü senet görerek ona olan sevgimizi ortaya koyup sevgisini sevmeyi istiyoruz.
Salât ve selâm sana olsun ey Allah’ın Rasûlü!